]]>

29 Aralık 2010 Çarşamba

Bakteriler de İnsan Toplumlarında Olduğu Gibi Farklı Dillere Sahiptirler ve Birbirleriyle İletişim Kurup Konuşabilirler

Bakteriler tek hücreli canlılardır. Bulundukları ortamdaki besinleri tüketerek boyutlarını iki katına çakırır, ortadan ikiye bölünerek, iki, dört, sekiz, on ve katları şeklinde sürekli büyür ve çoğalırlar.
Bakteriler de insanlar gibi farklı topluluklar halinde yaşarlar. Her bir bakteri topluluğunun kendine has dilleri, kendilerine has sosyal yaşamları vardır. Tek hücreli olan bu canlıların milyarlarcası, plan yapar, uygun zamanı bekleyip atağa kalkar, kendi aralarında şifreli bir şekilde iletişim kurarlar.
Bakteriler arası iletişim, ilk olarak okyanuslarda yaşayan zararsız bir bakteri türü olan “Vibrio fischeri” araştırılırken keşfedilmiştir. Bu bakterilerin özelliği ateşböcekleri gibi ışık üretebilmeleridir.

Bu bakteriler sayıları az olduğunda ışık üretmezler. Belli bir sayıya ulaştıklarında ise, aynı anda ışık üretmeye başlarlar. Bu da araştırmacıların aklına, bakterilerin yalnız olmadıklarını nereden anladıkları, birbirlerinden nasıl haberdar oldukları, sayılarını nereden hesap edip belli bir rakama ulaşınca ışık üretmeye başladıkları gibi çeşitli sorular getirmiştir.

Araştırmalar devam ettikçe, hep birlikte ve aynı anda hareket etmelerini sağlayan şeyin bakterilerin birbirleriyle konuşması olduğu anlaşılmıştır. Bakteriler bunu kimyasal bir dil yoluyla yapmaktadırlar.

Bu keşfin tarihi 1960’lara dayanmaktadır. Fakat ilerleyen zamanlarda yapılan araştırmalar, başka bakteri türlerinde de benzer organize faaliyetler olduğunu ortaya çıkarmıştır. Mesela hastalık yapıcı özelliği olan bazı bakterilerin, aynı “Vibrio fischeri”lerde olduğu gibi belli bir çoğunluğa ulaştıklarında atağa geçtikleri, sayıları azken ise zararsız durdukları tespit edilmiştir. Bu ve benzeri veriler, bakterilerin birbirleriyle “konuştukları” görüşüne kesinlik kazandırmıştır.

Bakteriler nasıl konuşurlar?
Bakterilerin konuşmasında, bizim kullandığımız sesli sözcük dili yoktur. Bunun yerine kimyasal moleküller salarak iletişim kurarlar. Bu kimyasal sözcükler diğer bakteriler tarafından da tanınır. Bakteriler kullandıkları bu dil sayesinde, ortamda bulunan moleküllerin miktarı, çevrelerinde bulunan diğer mikroorganizmaların sayısı gibi pek çok şeyi tespit ederler.

Bakteriler doğada sadece kendi türleriyle değil, yüzlerce farklı türden bakteriyle bir arada yaşarlar. Pek çok farklı türdeki bakteri, farklı sınıflara ait sinyal moleküllerini ortak dil olarak kullanırlar.
Her bakteri türü de, kendi türü içinde, kendine has başka bir molekül salgılar. Yani bu, her bakteri türüne özgü, ayrı bir dil demektir. Her molekül, sadece kendisini salgılayan bakteri türüne uyum sağlamaktadır. Bu da konuşmaların yalnızca o türün kendi içinde kalması anlamına gelir. Yaptıkları konuşmalar özel ve gizli kalır. Yani, farklı moleküller, Türkçe, Çince, İngilizce, Fransızca gibi farklı dillere karşılık gelirler.

İncelemeler devam ettikçe, tüm bakterilerin her birinde ortak olan ve ikinci bir moleküle odaklı başka bir sinyal sistemi daha bulundu. Bu ortak sinyal molekülünü yapmaya yarayan enzim her bakteride bulunmaktaydı. Yani, her bakteri türünün hem kendi milletine ait bir dili hem de diğer yabancı milletler diyebileceğimiz diğer bakterilerin dillerini anlayabilen başka bir ortak dilleri daha vardır. Bu, bakterilerin birden fazla dil bilgisine sahip olduklarını göstermektedir.

Milyarlarca bakteri türü birarada bulunmaktadır. Bu ortak dil sayesinde bakteriler ortamda bulunan diğer türlerin sayısını tespit edip, kimin azınlık kimin çoğunluk olduğunu belirlemekte ve hangi görevi devreye sokacaklarına karar vermektedirler.

Bakteriler çevrelerinde bilgi tespitini nasıl yaparlar?

Onların bu tespit mekanizmaları yakın zamanda QS tanımıyla adlandırılmıştır. QS’in açılımı, quorum sensing yani “quorum: salt çoğunluk”, “sense: his” anlamlarına gelmektedir. Salt çoğunluk hissi.

Bakterilere özgü tespit cihazı diyebileceğimiz QS sayesinde, bakterilerin gerçekleştirdiği yüzlerce plan ve davranış olur. QS’i sadece sayı tespiti için kullanmazlar. Mesela kimi zararlı bakteriler de bu sistemi hastalık yapıcı bir mekanizma olarak kullanırlar.

Şöyle ki: İnsanların sağlığına zararlı mikroorganizmalar için iki kavram kullanılır: biri ‘patojenite’ diğeri ‘virülans’. Bir mikroorganizmanın patojen olması, hastalık yapıcı özelliği olduğunu, virülans ise bu özelliğin gücünü ifade eder.

Patojen özellikte olsa da, birkaç bakterinin vücudumuza girmesi pek birşey ifade etmez. Çünkü az miktardaki bakteri karşısında, bağışıklık sistemimiz devreye girerek bunları devre dışı bırakıp yok eder. Bakteriler, adeta düşünme, karar verme yeteneği olan bir insan gibi bunu “bilirler”. Sayıları artana kadar sessizce pasif bir şekilde pusu kurup beklerler. Bu arada bölünerek artarlar ve QS ile yeterli sayıya ulaştıklarını anladıklarında, hep beraber toplu olarak toksin (zehir) salgılamaya başlarlar. Patojenite özellikteki bakteriler, toplu bir güç kazanarak virülans hale gelmiş olurlar.

Yani, tek hücreli bir topluluk, “birlikten kuvvet doğar” bilinciyle birbirleriyle iletişim kurar, konuşur, yardımlaşır, savaşa girerler. Mini bir dünyada büyük bir toplu dayanışma, organize yapılanma sergilerler.
Araştırmacılar eğer bakterilerin QS sistemleri bloke edilebilirse, bakterilerin sağır ve dilsiz hale getirilebileceğini düşünüyorlar. Birbirleriyle haberleşemezlerse virülans yani hastalık yapıcı etki meydana getiremez, dolayısıyla da hastalıklar daha başlamadan önlenmiş olur ümidini taşıyorlar.

Bu araştırmanın sebebi bakterilerin enfeksiyona gösterdikleri dirençten kaynaklanmaktadır. Enfeksiyona bağlı hastalıkların tedavilerinde antibiyotik kullanımını şarttır. Antibiyotikler bakterileri öldürmek ve üremelerini durdurmak için kullanılır. Bakteriler ise antibiyotiklere direnç geliştiren, sürekli yeni direnç genleri üreten canlılardır. Hızla antibiyotiklere direnç göstermeleri hastalıkların tedavilerinde sınırlı kalınmasına yol açar. Yeni antibiyotiklerin geliştirilmesi için de bilimadamları var güçleriyle çalışmalar yapmaya devam ederler. Ancak bakteriler de antibiyotiğin yapısına göre bir strateji geliştirip, antibiyotiği kendileri için etkisiz kılmaya devam etmektedirler.

Burada, söz konusu antibiyotik direncinin, Darwinistlerin iddia ettikleri şekilde evrim ile ilgisi olmadığını hatırlatmak gerekir. Bakteriler, sahip oldukları mevcut genlerin özelliklerine bağlı olarak antibiyotik direnci yeteneğine sahip olurlar. Bu özellik, canlının evrimleştiğinin değil, tam tersine mükemmel bir yaratılış harikası olduğunun delilidir. Konuyla ilgili detaylı açıklamalarımızı buradan okuyabilirsiniz.

Tek hücreli minicik bir canlı, 100 trilyon hücresi olan koskoca bir canlıyı alt edebilen bir yetenek sergiler. Plan yapar, sessizce topluluğunu büyütene kadar bekler, sonra birdenbire, hep beraber, aynı anda atağa geçerek o canlıyı yok edecek bir savaşa başlar. Akıl, plan, düzen içeren, kararlı, bilinçli bir ordu harekatı gerçekleştirirler.

Gözle bile görülemeyen bir mikroorganizmaya bu yeteneği veren, bu planı, stratejiyi belirlemesini sağlayan alemlerin Yaratıcısı, Şanı pek Yüce olan Rabbimiz’dir.

Yüce Allah, en küçük zerrede bile dev alemler yaratandır

Rabbimiz’in makro alemden mikro aleme kadar müthiş detaylı bir yaratma sanatı vardır. Allah’ın bu yüzyılda insanların hizmetine sunduğu elektron mikroskobuyla adeta farklı bir kozmik aleme açılırız.

İnsan vücudunda da, doğada da incelenen her noktadan dev ve son derece kompleks bir aleme kapı açılır.

Rabbimiz herşeyi bir ilimle yaratmıştır. Şuara Suresinin 23’üncü ayetinde Firavun Hz. Musa’ya Alemlerin Rabbi nedir?" diye sorar. Hz. Musa,


"Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında olan herşeyin Rabbidir. Eğer 'kesin bilgiyle inanıyorsanız' (böyledir)." (Şuara Suresi, 24) diye cevap vermiştir.

Hz. Musa’nın Firavun’a verdiği cevapta olduğu gibi, alemlerin Rabbi olan Allah’ımız, evrenin her yerini sarıp kuşatmış, evrenin her noktasını müthiş bir ilimle donatmıştır. Evrenin her noktasında Allah’ın muhteşem yaratma sanatı vardır. Her neyi incelesek, hangi bilgiye ulaşsak oradan daha büyük bir olağanüstülüğe kapı açılır.

Tek bir hücreden koskoca bir dünyaya yol açılır. Hücrenin içinde bulunan hangi parça incelense incelensin, o parçalardan da başka alemlere açılır. Hücreden DNA’ya geçtiğimizde buradan da ucu bucağı olmayan başka bir bilgi, ilim alemine geçeriz. Tek bir bitkinin sapı veya tohumu incelendiğinde bile muhteşem bir bilgi hazinesine, ayrı bir evrene açılırız.

Hem insan vücudunda hem doğada, gözlerimizle gördüklerimizin ardında bambaşka alemlerin kapısı bulunur. Şanı pek Yüce olan Rabbimiz yerde ve gökte herşeyi sonsuz gücüyle, sonsuz ilmiyle sarıp kuşatmıştır. Rabbimiz Rahman Suresi’nin 29’uncu ayetinde, “Göklerde ve yerde olan ne varsa O'ndan ister. O, her gün bir iştedir.” diye buyurmuştur.


sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

22 Aralık 2010 Çarşamba

Anne Karnında Birçok Organın Görevinini Üstlenen Yapı: Plasenta


Plasenta neden bebek için hayati öneme sahiptir?


Plasentanın yapısı nasıldır?


Plasenta anne karnındaki bebek için hangi organların işlevini görür?

Plasenta, bebek 18 haftalık olana kadar büyümeye devam eder. Bu döneme kadar bebeğin anne karnında tutulması için gerekli hormonal destek yumurtalıklar tarafından salgılanırken daha sonra ise bu görevi plasenta üstlenir.

Doğuma kadar geçen süreç esnasında bebek tüm gereksinimlerini annesi yardımıyla sağlar. Embriyo oluşmaya başladığı ilk dönemlerde çok küçük olduğundan gereksinimleri ve atık ürünleri de son derece azdır ve gereksinimlerini anne karnındaki salgılar yardımıyla giderebilir. Ancak embriyonun, kendi kan dolaşım sisteminin gelişmesi ve gelişimi için gerekli olan besin, oksijen ve diğer maddeleri anne kanından almaya başlaması ile doğuma kadar, bebek ve anne arasında plasenta adı verilen bir hayat köprüsü kurulur.

Plasentanın Oluşumu

“Andolsun, Biz insanı, süzme bir çamurdan yarattık. Sonra onu bir su damlası olarak, savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik.” (Müminun Suresi, 12-13)
ayetlerinde dikkat çekildiği gibi Yüce Allah’ın kusursuz yaratışı ile, anne rahmi, bebek için oldukça sağlam bir yapıya sahiptir. Rahim cenini koruyan amniyon sıvısı ile kaplıdır. Amniyon sıvısı olmadan bir bebeğin anne karnında gelişmesi mümkün değildir. Bu sıvı sayesinde, hem anne ve bebek birbirlerinden faydalanırlar, hem de korunmuş olurlar. Fakat amniyon sıvısı bebeğin hayatta kalması için yeterli fiziksel bariyerlere sahip değildir. Bebeğin yaşaması için gerekli olan bariyer, plasenta ile gerçekleşir.

Plasentanın oluşumu çok erken dönemlerde başlar. Embriyo rahim duvarı içine yerleştikten sonra (implantasyon) aynı yumurta hücresinden çoğalmış olmasına rağmen hücreler farklılaşarak iç ve dış olmak üzere iki tabakalı bir görünüş kazanırlar. İç hücreler (embriyoblast) embriyonun tüm yaşamı boyunca sahip olacağı hücreleri oluşturur. Trofoblast hücreleri adı verilen hücreler ise insanın sadece doğumuna kadar, yani 9 ay boyunca, anne karnındaki yaşamına ve gelişimine destek olacak olan plasentayı oluştururlar. Bu hücreler bebeğin oluşmaya başladığı yedinci güne gelindiğinde her yöne doğru uzantılar çıkartarak büyümeye başlarlar. Bu değişikliğin amacı hücrelerin rahim duvarından içeriye geçmesini sağlamaktır. Bu geçiş sırasında annenin kılcal damarlarıyla karşılaşırlar ve bunların dış yüzeyini delerler. Böylece 7. ve 8. günler arasında embriyonun dokusu annenin kanıyla bağlantıya geçmiş olur. Ancak iki dolaşım sistemi arasındaki değiş tokuş kanlar karışmadan gerçekleşmelidir, yoksa sonuç ölümcül olabilir. Bunu da trofoblast hücreleri üstlenir. Bu hücreler plasentayı inşa ederek özel bir set meydana getirirler ve plasenta adeta bir tıpa gibi anne ve cenine ait iki dolaşım sistemini kusursuzca birbirinden ayırır.

Ancak plasenta aynı zamanda anne ile embriyo arasında bebeğin bütün gereksinimlerini karşılayacak bir köprü görevi görür. Plasentanın bebeğin gelişmesi için son derece uygun olan bu yapısını hiçbir şuuru olmayan hücrelerin, hücreleri meydana getiren molekül ve atomların göstermeleri elbette beklenemez. Plasenta ve bebeği oluşturacak hücreleri yaratan ve onların her birine yapacakları işleri ilham eden üstün akıl sahibi Yüce Allah’tır. Rabbimiz herşeyi kontrolü altında tuttuğunu “...Allah, herşeyi gözetleyip denetleyendir.” (Ahzab Suresi, 52) ayetiyle bildirmektedir.

Plasentanın Yapısı

Plasenta 20-22 cm çapında, 2-2.5 cm kalınlığında ve yaklaşık 500 gram ağırlığında disk şeklinde bir yapıdır. Plasentanın yapısına daha yakından bakıldığında, duvarını oluşturan trofoblast hücrelerinin kan için özel olarak yaratılmış bir bariyer oluşturduğu görülür. Embriyo, annenin dokularıyla çok yakın bir bağlantı içindedir. Bir yandan anneden gelen kanın içindeki maddelerle beslenirken, bir yandan da annenin savunma hücrelerinin tehdidi altındadır. Çünkü embriyo annenin vücudunda düşman kabul edilebilecek yabancı bir madde gibidir. Dolayısıyla besinlerle birlikte anne kanındaki savunma hücrelerinin embriyoya ulaşmaması son derece önemlidir. Plasenta, annenin kanında bulunan savunma hücrelerinin embriyonun tarafına geçmesini engelleyen özel bir yaratılışa sahiptir. Annenin kanından alınan oksijen, besin maddeleri ve mineraller plasentanın ince aralıklarından geçerek embriyoya ulaşırken, daha büyük olan savunma hücreleri bu aralıklardan geçmeyi başaramazlar.

Plasentanın yapısını oluşturan hücrelerin, sadece yararlı maddeleri tespit ederek onların içeri girmesine izin vermesi, embriyoya zarar verecek savunma sistemi hücrelerini tanıması, tehlike oluşturacak maddelerin büyüklüklerini bilmesi ve sadece yararlı maddelerin geçişine izin verecek bir ağ oluşturması elbette kendi akılları ile gerçekleştirecekleri bir işlem değildir. İnsan soyunun varlığını devam ettirebilmesi için ince hesaplarla oluşturulan ve en ufak bir hata dahi olmayan bu sistem, Yüce Allah’ın eşi benzeri olmayan yaratma sanatının sadece bir örneğidir. Ayette şöyle buyurulmaktadır:

“Sonra o su damlasını bir alak olarak yarattık; ardından o alak’ı bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra başka bir yaratılışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir.” (Müminun Suresi, 14)

Plasentanın Görevleri

Plasentanın embriyonun gelişimi sırasında üstlendiği görevlerin insanın tahayyül edemeyeceği kadar çok ayrıntısı vardır. Bebeğin yaşaması için gerekli olan her bir sistem, pek çok kompleks kimyasal işlemin gerçekleşmesine bağlı olarak çalışır.

Günümüzde embriyonun gelişimi üzerine yapılan her yeni araştırma plasentanın bebek için üstlendiği yeni bir görevi ortaya çıkarmaktadır. Fakat hepsinde ortak bir özellik vardır: Plasentadaki her mekanizma anne ile embriyoyu kusursuz bir uyum içinde birbirine bağlamaktadır. Bu uyum son derece önemlidir. Çünkü anne vücudundaki bu gibi mekanizmaların sağladığı dengelerden birinin bozulması durumunda embriyonun yaşamını devam ettirmesi imkansızdır. Plasentanın üstlendiği bu görevleri şöyle özetleyebiliriz:


Bebeğin Beslenmesini Sağlar

Plasenta, trofoblast hücrelerinin aralarından sızan besin maddelerini bebeğe taşıyacak olan yumuşak kan damarları ile doludur. Anneden gelen tüm besin maddelerini, oksijeni, demir ve kalsiyum gibi önemli mineralleri plasenta önce göbek bağına (umblical cord) ve oradan da embriyonun kılcal damarlarına iletir. Üstelik plasenta sadece embriyonun metabolizması için gerekli besinleri sağlamakla kalmaz, yeni dokuların oluşması için gerekli olan besinleri de seçerek embriyoya taşır. Amino asitlerin embriyo tarafından her türlü sentez için (karbonhidratlar, nükleik asitler -DNA’nın yapıtaşları-, yağ vs.) kullanılması gerekir. Plasenta bunları da annenin dolaşımından seçip yakalar. Bunu ise genellikle özel taşıyıcılar vasıtasıyla gerçekleştirir. Onları stoklar, gerekli olanını kendisi için kullanır, bir kısmını da embriyonun dolaşımı içerisine yollar. Besinler dışında iyonlar da, plasentadan geçer. Özellikle iki iyon bebek için çok önemlidir ve bunları bol miktarda depolaması gerekir. Bunlardan biri demirdir. Kan hacmini artırmak için buna ihtiyacı vardır. Diğeri ise kemiklerin gelişimi için gerekli olan kalsiyumdur. Bunların transferi çok etkileyici ve titiz gerçekleşir. Eğer annenin aldığı demir miktarı azsa, plasenta bebek için gerekli olan miktarı annenin kanından çeker ve ne olursa olsun bebeğin ihtiyacını karşılar ve onu her türlü tehlikeden korur.


Bebek ve Anne Arasında Oksijen ve Karbondioksit Alışverişini Kontrol Eder

Plasenta, anne ve bebek arasındaki oksijen ve karbondioksit gibi gazların kısmi basınçlarındaki farklılıklar yardımıyla gaz alışverişini kontrol ederler. Örneğin anne kanındaki oksijen bebek kanındakine göre daha fazla olduğu için doğal olarak annenin kanından bebeğe doğru geçiş gösterir. Oksijen basıncı daha düşük olmasına rağmen bebeğin kanı dokulara anne kanındaki kadar oksijen taşıma yeteneğine sahiptir. Bunun nedeni bebek kanındaki hemoglobin oranının yaklaşık %50 daha fazla olmasıdır.

Karbondioksit ise fetusta çok fazla üretildiğinden bebek kanındaki oran ve basınç çok daha fazladır. Bu nedenle karbondioksit bebek kanından anne kanına doğru geçiş gösterir. Bebeğin kendi kanını kontrol etmesi, annesinin kanı ile arasındaki basınç farkını bilmesi, ve bu farkı hemoglobin oranını ayarlayarak dengelemesi elbette mümkün değildir. Bu açık plan ve şuur insan vücudunda gerçekleşen bu işlemlerin üstün akıl sahibi Allah’ın kontrolü altında gerçekleştiğini göstermektedir. İnsanın bu yaratılış mucizesi bir Kuran ayetinde şöyle haber verilmektedir:

“Döl yataklarında size dilediği gibi suret veren O’dur. O’ndan başka İlah yoktur; üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Al-i İmran Suresi, 6)


Plasenta Anne ve Bebek İçin Gerekli Hormanların Üretimini Sağlar


Plasenta madde alışverişinin yanı sıra, anne ve bebek üzerinde etkili pek çok hormon ve hormon benzeri maddenin üretiminden de sorumludur. Plasenta cenin için gerekli olan östrojen ve progesteron gibi hormonları salgılar. Bu hormonlardan progesteron annenin vücudunda özellikle rahim kısmını canlandırarak, bebeğe fiziksel destek sağlar. Gelişimini devam ettirebilmesi için en rahat ortamın oluşmasına imkan verir. Ayrıca, annenin süt bezlerinin gelişmesini sağlayarak zamanı geldiğinde sütün oluşturulmasına da yardımcı olur. Bundan başka annenin metabolizmasının verimini yükselterek destek olur. Böylece, annenin sağlıklı olmasına ve rahat etmesine katkıda bulunur. Rahmin embriyo için rahat ve güvenli bir yer haline gelmesini sağlayan bu hormonların eksiksiz biçimde ve gerekli miktarlarda salgılanması bebeğin sağlıklı doğabilmesi için çok önemlidir. Ayrıca bu hormonlar annenin organizmasını doğuma da hazırlar. Ayrıca plasentanın görevleri arasında;

Embriyodan annenin kanına atık maddelerin taşınması

Hamileliğin son üç ayında meydana gelebilecek enfeksiyonlara karşı da embriyoya bağışıklık kazandırılması gibi görevler de vardır.

Plasenta Bebeğin Yaşaması için Gerekli Olan Bir Yaratılış Mucizesidir

Plasenta embriyo için kimi zaman bir akciğer, mide ya da bağırsak, kimi zaman karaciğer, kimi zaman da böbrek gibi hareket edecek şekilde yaratılmıştır. Üstelik plasenta bunları sabit bir düzen içinde değil, bebeğin değişen ihiyaçlarını göz önünde bulundurarak yapar. Örneğin fetüsun birinci ve ikinci aylarda ihtiyaç duyduğu gıdalar ile sekizinci ve dokuzuncu aylarda ihtiyaç duyduğu gıdalar birbirinden farklıdır. Ancak plasenta bunu mükemmel bir dengeyle ayarlar ve her dönem için hazmedilmesi en kolay olan gıdaları embriyo için seçer.

Burada “yapar”, “seçer”, “alır”, “depolar”, “taşır” fiillerini yerine getirdiğini belirttiğimiz plasenta, hücrelerden oluşan bir dokudur. Hücrelerden oluşan bir dokunun bir canlının ihtiyaçlarından haberdar olması, eksiklikleri tespit edip nasıl gidereceğini bilerek hareket etmesi, tam gereken maddeleri gereken miktarlarda üretmesi ve dışarıdan seçip alması kısacası şuurlu davranışlar sergilemesi elbette ki bu dokunun kendi çabası ile ortaya çıkan bir durum olamaz. Üstelik binlerce yıldır yaşamış olan milyarlarca insanın her birinin plasentası aynı yüksek şuuru ve üstün performası sergilemiştir. Kuşkusuz plasentanın yapısındaki mükemmellik ve şuurlu hareketleri, Yüce Allah’ın onu bu özelliklere sahip olarak yaratmasının bir sonucudur. Yüce Allah insan vücudunda yarattığı bu muhteşem sistem ile bize benzeri olmayan sanatını göstermekte ve ayetleriyle bu gerçekler üzerinde düşünmemizi emretmektedir:

“Göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin Rabbidir; şu halde O’na ibadet et ve O’na ibadette kararlı ol. Hiç O’nun adaşı olan birini biliyor musun? İnsan demektedir ki: “Ben öldükten sonra mı, gerçekten diri olarak çıkarılacağım?” İnsan önceden, hiçbir şey değilken, gerçekten Bizim onu yaratmış bulunduğumuzu (hiç) düşünmüyor mu?” (Meryem Suresi, 65-67)

Plasenta Aracılığı ile Kan Taşıyan Hayat Bağı: Göbek Kordonu

Bebeği plasentaya bağlayan uzun ip gibi bir yapı olan göbek kordonunda üç kan damarı vardır. Bebek ve anne bedeni arasındaki bağlantıyı sağlayan göbek kordonunun içinden 3 ayrı hat geçer. Bu damarlardan biri göbek toplar damarı adını alır. Bu sayede embriyo sıvı dolu bir ortamda yaşadığı ve ciğerleri suyla dolu olduğu halde boğulmaz, sindirim sistemi olmadığı ve yemek yiyemediği halde açlıktan ölmez. Diğer iki hat ise embriyonun ürettiği karbondioksit ve besin maddelerinin atıkları ile yüklü kanı bebekten uzaklaştırarak plasentaya taşır.


Göbek kordonu sağlam ve esnek yapısı sayesinde kolay kolay dolanıp sıkışmaz. Bu, kan taşınmasında bir aksaklık olmaması bakımından önemli bir özelliktir. Ayrıca kordonun esnek yapısı, bebeğin hareket etmesini de mümkün kılacak en uygun şekildedir.

Embriyonun değişen ihtiyaçlarını hesaplayan ve bu ihtiyaçları eksiksiz olarak karşılayabilen yegane makine plasentadır. Plasentanın en dış tabakasında bulunan hücreler, annenin kan damarları ile embriyo arasında bir tür filtre oluştururlar. Örneğin besinlerin geçişine izin verirken savunma sistemi elemanlarının geçişine izin vermezler. Plasentayı oluşturan da hücrelerdir. Bu hücreler embriyonun ihtiyaçlarını nereden bilirler? Embriyoyu hangi hücrelere karşı korumaları gerektiğini nasıl anlarlar? Embriyonun ihtiyacı olan maddeleri milyonlarca molekül arasından nasıl ayırt ederler? Plasenta denilen et parçasına ve plasentayı oluşturan hücrelere bu üstün aklı veren kimdir? Embriyonun yaşayabilmesi için gerekli olan bütün tedbirleri yaratan, vücutta buna göre bir sistem kuran kullarına rahmeti sonsuz olan Yüce Allah’tır. Allah her türlü yaratmayı bilendir.

sitemiz kez ziyaret edilmiştir.




http://haberanatomi.blogspot.com/

7 Aralık 2010 Salı

Uykunun Hayatımızdaki Önemi

Her insan, ömrünün üçte birini uyuyarak geçirir. Her gün yaşadığımız ve gerçekte büyük bir mucize olan uyku genellikle bilinenin aksine tüm vücut sistemlerinin pasifleştiği bir dinlenme süresi değildir. Çünkü uyku esnasında vücut aktif bir yenilenme sürecine girer. Şimdi uykuda insan vücudunun nasıl bir yenilenme sürecinde olduğuna göz atalım.

Uyku insan hayatının vazgeçilmez ihtiyaçları arasında yer alır. Vücudumuzun suya, oksijene ve gıdalara ihtiyacı olduğu ölçüde uykuya da ihtiyacı vardır. Hayatımızın yaklaşık 1/3'ü uykuda geçtiğinden, dengeli bir hayat sürmek için dinlendirici uyku hayati bir önem taşır. Uyku, pasif bir dinlenme hali değildir. Uyku esnasında gün boyunca zihni meşgul eden aktiviteler, gerginlikler ve hafızaya alınan bilgiler adeta bir bilgisayarın belleğinin ayıklanması gibi ayıklanır. Uykuda hormon düzeyi dengelenir, sindirim sistemi çalışır, bağışıklık sistemi devreye girer, deri yeniden yapılandırılır. Hücre bölünmesi uykuda yoğun bir şekilde devam eder.

Uykuda Neler Yenileniyor

Cildimizin pürüzsüz kalabilmesi her gün 10 gram ölü deri hücresinin katılmasıyla sağlanır. Bunun gerçekleşebilmesi için, her akşam derimizin en üst tabakasındaki hücreler bölünmeye başlar. Uyku esnasında ise büyüme hormonunun artmasıyla birlikte bu reaksiyon hızlanır. Gecenin sessizliği bunun için en ideal ortamdır. Çünkü gece ne güneş, ne rüzgar, ne de hareket hücre bölünmesini engelleyemez. İşte bu yenilenme saatlerinde cildin, başta oksijen olmak üzere, bir dizi besin maddesine ihtiyacı vardır. Alınan her solukta cilt, ihtiyacı olan oksijeni depolar. Bu nedenle uzmanlar akşamları yatmadan önce yatak odasının iyice havalandırılmasını tavsiye ederler. Uyurken, özellikle de rüya gördüğümüz saatlerde vücut ısısının 2 derece artmasıyla birlikte, organizma bol miktarda sıvı üretir. İşte bu nedenle sabahları uyandığımızda saçlarımız nemlenmiş, şekilleri bozulmuştur. Yağ bezleri geceleri yenilendiğinden, uyku sırasında yağ salgılaması genelde azdır. Bu nedenle, cildi kuru olanların sabah iyice kurumuş bir ciltle uyandıkları görülür. Uyku uzmanları, kanımızdaki büyüme hormonu düzeyinin uykuya dalar dalmaz ani bir yükseliş gösterdiğini saptamışlardır. Bu nedenle yeterli miktardaki her uykudan sonra vücut olarak tazelenmiş bir şekilde uyanırız.

Ne Zaman Ne Kadar Uyumalıyız?

Günlük uyku süresi kişiye ve yaşa bağlı olarak değişir. Genellikle yaş ilerledikçe uyuma süresi azalmaktadır. Ancak günlük ortalama 6 ila 8 saat arası uyku bir yetişkin için yeterlidir. Sık sık yeterince derin uyku uyuyamayan kişiler, hastalıklara karşı daha dayanıksız olmaktadırlar. Böyle durumlarda vücudun ritmi kontrolden çıkar. Bu dengesizlik cilde yansır: cilt kurur, pul pul kalkar, çatlar, hücre bölünmesi düzenli gerçekleşemediği için cilt giderek incelir. Kuru cilt daha da kururken, pürüzlü cilt de iyice bozulur.

Uzmanlar uyku zamanı olarak ise en ideal olan vaktin gece uykusu olduğunu belirtmektedirler. Her türlü uyku bozukluğunda dahi gündüz uykusu ile takviye yapmayı tavsiye etmemekte, gece uyumanın önemi üzerinde durmaktadırlar. Ancak hücre yenilenmesi ve hormonal reaksiyonlar sadece geceleri meydana geldiği için, bilinenin aksine öğle uykusunun büyük bir katkısı yoktur. Çünkü beynimizin salgıladığı melatonin hormonu hava karardıktan sonra üretilir. Cildin yenilenme işlemini işte bu hormon başlatır. Nitekim Rabbimiz olan Yüce Allah Kuran’da bu duruma şöyle dikkat çekmiştir:

“O, geceyi sizin için bir elbise, uykuyu bir dinlenme ve gündüzü de yayılıp-çalışma (zamanı) kılandır.” (Furkan Suresi, 47)

Uykusuzluk

Vücudumuzda günlük uyku-uyanıklık döngüsünü kontrol eden bir mekanizma vardır. Sirkadyen ritim adı verilen bu mekanizma vücutta bulunan ve yaklaşık 24 saatlik dilime göre ayarlı olan biyolojik saat tarafından kontrol edilir. Genel olarak çevresel ve içten gelen etkenler nedeniyle bu ritim bozularak uykusuzluk baş gösterir. Bunun yanı sıra; düzensiz uyku alışkanlıkları, psikolojik nedenler, nörolojik rahatsızlıklar, hormonal bozukluklar, fizyolojik ve kalıtsal faktörler de uykusuzluğa sebep olabilir. Uykusuzluk, diğer adıyla “insomnia” ağrıdan sonra toplumda en çok bildirilen ikinci şikayettir. Amerikan toplumunda bu rahatsızlık; tıbbi gider, kaza kayıpları, işe gelmeme kaybı ve üretimde düşme zararları olarak yılda yaklaşık 100 milyar dolar kayba neden olmaktadır.

Uykusuzluk toplam uyuma saati olarak değil yeterli süre ve kalitede uyku alamayarak sabaha dinlenmiş kalkamama şeklinde tarif edilir. Örneğin günlük uyku ihtiyacı 5 saat olan ve 5 saat uykudan sonra sabah dinlenmiş olarak kalkan birisi uykusuzluk çekmemektedir.

Farklı Uyku Bozukluğu

Uyku bozukluğu denince en sık karşılaşılan durumlar; uyuyamama, uykuya dalamama, uyku bölünmesi ya da sabah erken bir saatte uyanıp tekrar dalamama olarak özetlenebilir. Ancak fazla uyuma ya da yastığı görür görmez uykuya dalma da bir tür uyku bozukluğudur. Uykusuzluğun en sık görülen tipi psikofizyolojik olanıdır. Bütün uyku hastalıklarının bir belirtisi olarak ortaya çıkabilir. Ayrıca dahili, psikiyatrik ve ilaçlarla bağlantılı bir durum da olabilir. Psikofizyolojik uykusuzluk tipik olarak stres gibi faktörler devrede iken oluşur. Psikofizyolojik uykusuzlukta bütün dikkat uyuyamama üzerinde toplanır. İdiopatik uykusuzluk durumu ise kronik ve ciddi bir uyuyamama ve uykuyu devam ettirememe halidir. Yatağa gidince uykuya dalma süresi çok uzun olabilir ve uyku uyanmalarla parçalanmıştır. Buna sebep olan nörolojik bozukluk hafif ile şi! ddetli derecelerde olduğu gibi uyuyamama da hafif veya ağır ve hatta dayanılmaz olabilir. Bu tür uykusuzlukta psikolojik fonksiyonlar dikkati çekecek şekilde normaldir. İleri vakalarda hastalar iş yapamaz hale gelirler. Bunun yanı sıra; uyurgezerlik, uykuda korku gibi uyku bozuklukları da yaygın olarak görülür.

Uykusuzluk çok sık görülen ve tedavi edilebilen bir rahatsızlıktır. Tedavi edilmeyince, önemli hastalıklara ve hatta ölüme yol açabilir, depresyonun gelişmesinde bir risk faktörü olabilir.

Narkolepsi ve Toplum Sağlığı

Narkolepsi, gün içinde ani uyuyakalma nöbetleri şeklinde nükseden rahatsızlıktır. Bu aşırı uyku halinin sonuçları arasında; kazalar, ekonomik kayıplar, toplum sağlığının tehdit edilmesi, okul veya işyerinde verimsizlik, psikososyal fonksiyonların bozulması yer alır. Örnek verecek olursak büyük endüstriyel kazalardan Çernobil, Three Mile İsland, Bhopal ve ciddi kazalardan olan Uzay mekiği Challenger, Exxon Valdez resmi raporlarla iş yerindeki uykulu kişilerin kararsızlıkları sonucu gerçekleştiği bildirilmiş facialardır. ABD'de her yıl 100.000 trafik kazası yolda uyumaya bağlı olarak meydana gelmekte ve 1500 kişi de hayatını kaybetmektedir.

Allah Kuran’da insanların uykuda canlarını aldığını, ancak daha sonra zamanı belirlenmiş ölüm vakitleri gelinceye kadar tekrar geri verdiğini şöyle bildirmektedir:

“Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni de uykusunda (bir tür ölüme sokar). Böylece, kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanı(n ruhunu) tutar, öbürüsünü ise adı konulmuş bir ecele kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır.” (Zümer Suresi, 42)

Apne Hali ve Uykuda Ruhun Alınması

Uykuda soluk kesilmesi olarak tarif edilen apne, yaşamı tehdit edebilecek uzun vadeli ciddi sağlık sorunlarına sebep olmaktadır. İlk kez 1965 yılında tanı konulan apne kelime olarak Yunancada ‘soluk arzusu’ anlamına gelmektedir. İki tür uyku apnesi tanımlanır; birinde beyin soluk alma kaslarına solunumu başlatan doğru sinyalleri gönderemez, diğerinde ise hava solunum yollarında tıkanır. Apne sırasında soluk almak için aşırı bir çaba harcandığı için damarlar ve kalp bir dirence karşı çalışır. O sırada kandaki oksijen yoğunluğu azalır. Kalpte de birtakım ritim bozuklukları baş gösterir. Uykuda ani ölümler en başta sayabileceğimiz, hipertansiyon, kalp hastalıkları, enfaktüs ve inmeler uzun dönemde sebep olabileceği rahatsızlıklardır.

Görüldüğü gibi uyku esnasında insan yaşamı birçok tehditle karşı karşıyadır. O halde her sabah sağlıklı bir şekilde uykudan uyanmak şükredilmesi gereken mucizevi bir durumdur. Uyku süresi boyunca insan, bilincini ve dışarıyı algılama yeteneklerini kısmen yitirir. "Ölüm benzeri" olarak belirtilen uykudan şuurlu ve bir gün önceki haline kavuşmuş bir şekilde uyanmak, kusursuz bir şekilde görebilmek, duymak ve hissetmek, üzerinde düşünülmesi gereken mucizevi olaylardır. Gece uyumak için yatağına yatan insan bu eşsiz nimetlerin sabah kendisine yeniden verileceğinden emin olamaz. Ayrıca insan herhangi bir felaketle karşılaşmadan veya sağlık sorunu olmaksızın uyanacağından da asla emin olamaz. (Harun Yahya, Hayalin Diğer Adı: Madde)




sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/