]]>

13 Şubat 2011 Pazar

Bitkiler Neden Yeşildir?




“Ki O, yarattı, ‘bir düzen içinde biçim verdi’, takdir etti, böylece yol gösterdi, ‘yemyeşil-otlağı’ çıkardı.” (A’la Suresi, 2-4)

Fotosentez işleminde renkler neden önemlidir?
Sonbaharda ağaçların yeşil yaprakları neden renk değiştirir?
Turuncu, kırmızı ve sarı renk veren karotenoid pigmentleri içermesine rağmen yapraklar neden yeşil renktedirler?

Bilindiği gibi bitkiler dünyasında hakim olan renk yeşil ve yeşilin tonlarıdır. Yeşil rengi oluşturan ana madde ise klorofildir. Son derece önemli bir madde olan klorofil bitki hücresinin sitoplazmasında dağınık halde bulunan kloroplastlardaki bir pigmenttir. Güneşten aldıkları ışığı rahatça yutacak niteliğe sahip olan bu pigmentler yalnızca yeşil rengi yansıtırlar. Bu özellik, yapraklara yeşil renk vermesinin yanı sıra, “fotosentez” gibi hayati bir işlemin gerçekleşmesini de sağlamaktadır.

Fotosentez İşlemi Nasıl Gerçekleşir?

Bitkinin fotosentez yapabilmesi için, klorofil maddesinin emdiği ışık parçacıklarının enerji seviyesinin yeterli olması gereklidir. Çünkü bitki, bu ışık parçacıklarından aldığı enerjiyle su moleküllerini kırar ve oksijen ile hidrojen molekülleri elde eder. Elde edilen hidrojen, bitkinin yaşamını sürdürmesi için karbondioksit gazındaki karbon atomlarıyla reaksiyona girerek bitkinin öz suyu haline dönüşür. Yani bitki kendi besinini oluşturmuş olur. Kullanılmayan oksijen ise havaya verilir. Atmosferde soluduğumuz oksijenin çok büyük bir bölümü bu yolla oluşur.

Görüldüğü gibi bitkilerin yeşil olması estetik bir görüntü vermesinin yanı sıra hem bitkilerin hem de diğer canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri için son derece hayati bir öneme sahiptir. Allah, bitkilerin ve diğer bütün canlıların beslenmesinde klorofil maddesini sebep kılmaktadır.

Fotosentez İşleminde Renklerin Önemi

Bitkiler fotosentez işleminde değişik renklerin birleşiminden oluşan güneş ışığını kullanırlar. Güneş ışığındaki renklerin en önemli özelliklerinden biri, enerji yüklerinin birbirinden farklı olmasıdır. Bu renklerin ayrıştırılması ile ortaya çıkan ve tayf adı verilen renk dizisinin bir ucunda kırmızı ve sarı tonları, öbür ucunda da mavi ve mor tonları bulunur. En çok enerji taşıyanlar tayfın iki ucundaki bu renklerdir.

Renkler arasındaki bu enerji farkı bitkiler açısından
çok önemlidir çünkü fotosentez yapabilmek için çok fazla enerjiye ihtiyaçları vardır. Bu nedenle bitkiler fotosentez sırasında güneş ışınlarından en çok enerji taşıyanlarını (tayfın iki ucundaki renkleri) soğururlar yani emerler. Buna karşılık tayfın ortasında yer alan yeşil tonlardaki renklerin enerji yükü daha az olduğu için, yapraklar bu dalga boylarındaki ışınların az miktarını soğurup büyük bölümünü yansıtırlar. Yapraklar bütün bu işlemleri kloroplastlarda bulunan klorofil pigmenti sayesinde başarırlar.



Bitkilerdeki Farklı Renkler Nasıl Ortaya Çıkmaktadır?

Her maddenin yansıttığı renk, o maddenin sahip olduğu pigment moleküllerine bağlıdır. Yeşil bitkilerdeki asıl pigment molekülü de daha önce bahsi geçen “klorofil” maddesidir. Bunun yanı sıra bitkilerde başka renkleri oluşturan pigmentler de bulunur ve bu farklı pigment türleri bitkilerde gördüğümüz olağanüstü renk çeşitliliğinin oluşumunu sağlar.

Örneğin klorofile ek olarak bitkilerde “karotenoid” adı verilen pigmentler de vardır. Daha önce detaylarını incelediğimiz bu pigmentlerin bazıları sarıdır; mısırlara, limonlara, ayçiçeklerine renklerini verirler. Diğer karotenoidler sarıdan daha fazla kırmızıdırlar; bunlar şeker pancarlarında, domateslerde, güllerde, havuçlarda bulunmaktadır. Karotenoidler aynı zamanda yeşil yapraklarda da bulunmaktadır. O halde neden yapraklar kırmızı, sarı ya da turuncu değil de ağırlıklı olarak yeşil renklerde görünürler diye düşünülebilir. Bunun nedeni, klorofilin yeşilinin diğer renklerin görülmesini engelleyecek kadar güçlü olmasıdır. (Franklyn Branley, Color, From Rainbows to Lasers, Thomas Y. Crowell Comp., New York, s.37)

Bir ayette bitkilerin yeşil rengine şöyle dikkat çekilmektedir:

“Görmedin mi, Allah, gökten su indirdi, böylece yeryüzü yemyeşil donatıldı. Şüphesiz Allah, lütfedicidir, her şeyden haberdardır.” (Hac Suresi, 63)

Bununla birlikte sonbaharda değişiklikler meydana gelir. Gün ışığının azalması ile birlikte bitkiler klorofil üretmeyi durdururlar ve bu yüzden yeşil rengi veren pigmentlerin gücünde azalma olur ve yapraklardaki yeşil renk solmaya başlar. Karotenoidler yaprakları kahverengi, sarı ve kırmızıyla renklendirirler.

Aynı zamanda sonbaharda bazı yaprakların dış tabakalarında “anthocyanin” adı verilen bir grup pigment üretilir. Parlak kırmızı ve mavi olan bu pigmentler yapraklarda kırmızı ve pembe renkleri oluşturan maddelerdir. Eğer bir bitkide birden fazla pigment bulunuyorsa, bu durumda bitkide, pigmentlerin yansıttığı rengin karışımı görülür. (Franklyn Branley, Color, From Rainbows to Lasers, Thomas Y. Crowell Comp., New York, s.38)

Aynı Toprakta Yetişen, Aynı Su ile Sulanan Bitkiler Nasıl Olur da Farklı Renklerde Olur?

Aynı toprakta yetişmesine, aynı su ile sulanmasına rağmen nasıl olup da bitkilerde bu kadar çeşitli renklerin ortaya çıktığını hiç düşünmüş müydünüz?

Yüce Allah Rad Suresi’nde aynı su ile sulanmasına rağmen topraktan farklı ürünlerin çıktığını şöyle haber vermiştir:

“Yeryüzünde birbirine yakın komşu kıtalar vardır; üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar da vardır ki, bunlar aynı su ile sulanır; ama ürünlerinde (ki verimde ve lezzette) bazısını bazısına üstün kılıyoruz. Şüphesiz, bunlarda aklını kullanan bir topluluk için gerçekten ayetler vardır.” (Rad Suresi, 4)

Açıktır ki bu, Allah’ın sonsuz ilminin ve örneksiz yaratışının bir delilidir. Bir insanın yeni bir renk yaratması mümkün değildir. İnsanların ürettikleri tüm renkler doğada olanlardan yola çıkılarak elde edilen kopyalardan ibarettir. Ama Allah yoktan var edendir ve yeryüzündeki canlıları tamamlayan renklerin tümünün yaratılışı O’na aittir. Allah’ın yaratma sanatının eşi benzeri yoktur. Üstün güç sahibi Allah’ın sıfatlarından bir tanesi de Musavvir (tasvir eden, her şeye şekil ve suret veren) dir. Yüce Allah yarattığı her şeyi en güzel surette yaratmıştır:

“O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, ‘şekil ve suret’ verendir. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir.” (Haşr Suresi, 24)

Canlı Yaşamında Son Derece Önemli Bir Rolü Olan Renklerin Oluşması İçin Neler Gereklidir?

Tek bir rengin, örneğin sadece kırmızının ya da sadece yeşilin oluşması için aşağıda maddelendirilmiş olan işlemlerin her birinin bu sıralamaya göre gerçekleşmesi gerekmektedir.

Rengin oluşması için gerekli olan ilk koşul ışığın varlığıdır. Bu nedenle öncelikle Güneş’ten gelen ışınların nasıl bir özelliğe sahip olması gerektiğini inceleyerek başlamakta fayda vardır. Renklerin oluşabilmesi için Güneş’ten yeryüzüne gelen ışığın, renkleri meydana getirebilecek şekilde, belirli bir dalga boyuna sahip olması gerekmektedir. Güneş’in yaydığı bütün ışınların içinden sadece “görünür ışık” olarak adlandırılan bu ışığın yeryüzüne gelme ihtimali 1025‘te bir ihtimaldir. Bu inanılması güç ihtimal gerçekleşir ve renklerin oluşması için gerekli olan ışınlar Güneş’ten Dünya’ya ulaşır.

Güneş’ten gelip uzaya yayılan ışık gerçekte göze zarar verecek özelliklere sahiptir. Bu yüzden Dünya’ya ulaşan ışığın gözün rahatlıkla algılayabileceği ve zarar vermeyeceği duruma gelmesi gereklidir. Bunun için ışınların bir süzgeçten geçmesi gereklidir. Bu dev süzgeç Dünya’yı çevreleyen “atmosfer”dir.

Atmosferden geçen ışık yeryüzüne dağılır ve rastladığı maddelerin hepsine çarparak yansır. Işığın çarptığı maddelerin, ışığı yutmayıp yansıtacak özelliklerde olması gereklidir. Görül-düğü gibi maddelerin yapısal özelliğinin de yeryüzüne ulaşan bu ışıkla renkleri oluşturacak şekilde uyumlu olması şarttır. Bu şart da gerçekleşir ve Güneş’ten gelen ışığın çarptığı maddelerden kolaylıkla yeni bir ışık dalgası yayılır.

Renklerin oluşumundaki diğer bir aşama da ışık dalgalarını algılayabilecek bir algılayıcıya, yani göze ihtiyaç olmasıdır. Işık dalgalarının görme organlarıyla da uyum içinde olması zorunludur.

Güneş’ten gelen ışınlar gözümüzün tabakalarından geçip retina bölgesinde elektrik sinyaline dönüştürülmelidir. Daha sonra bu elektrik sinyalleri insan beyninde görüntüyü algılamakla sorumlu olan görüntü merkezine ulaştırılmalıdır.

Bizim herhangi bir rengi gördüğümüzü ifade edebilmemiz için gerçekleşmesi gereken son bir aşama daha vardır. Renklerin oluşmasındaki son aşama görme merkezine gelen elektrik sinyallerinin, burada bulunan sinir hücreleri tarafından “renk” olarak algılanabilmesidir.

Görüldüğü gibi tek bir rengin oluşması için oldukça detaylı ve birbirine bağlı bir sıralama izleyen işlemler gereklidir.

Renkle ilgili olarak edinilen tüm bilgiler rengin meydana gelmesi sırasında oluşan her işlemin çok hassas dengeler üzerine kurulmuş olduğunu gösterir. Bu hassas dengeler olmadığı takdirde renkli bir dünya yerine bulanık ve karanlık bir dünya içinde kalmamız hatta görme yeteneğimizi kaybetmemiz kaçınılmazdır. Yukarıda sayılan maddelerden sadece retina bölgesindeki elektrik sinyallerini algılayacak olan hücrelerin bulunmadığını düşünelim. Ne gelen güneş ışığının yeterli özelliklere sahip olması, ne gözün diğer parçalarının tam olması, ne de atmosferin varlığı yeterli olmayacaktır. Kuşkusuz ki renklerin oluşumundaki bu eşsiz sanat Allah’ın benzersiz yaratmasıyla ortaya çıkmıştır. Yüce Allah her şeye güç yetirendir. Bu gerçek bir ayette şöyle bildirilmiştir:

“Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca “Ol” der, o da hemen oluverir.” (Bakara Suresi, 117)

Bir Bitki ya da Meyve Türü Dünyanın Her Yerinde Aynıdır

Kendisine renk veren pigmentlerin tümünün bilgisi o bitkinin DNA’sında kodludur. Bu yüzden bir bitki türü dünyanın neresine gidilirse gidilsin aynı özellikleri taşır. Örneğin dünyanın her yerindeki portakalların rengi aynıdır, şekilleri ve kabuklarının dokusu aynıdır. Portakalın kabuğunun içinde bulunan içi turuncu renkli, kokulu, şekerli su dolu torbacıkları oluşturan şeffaf zarın rengi dünyanın hiçbir yerinde değişmez. Muzlar dünyanın her yerinde sarıdır, domatesler kırmızı, güller, menekşeler, karanfiller hep aynıdır. Dünyanın neresine giderseniz gidin doğal olarak yetişen bir çileğin farklı bir renk taşıdığını göremezsiniz. Dünyanın her yerindeki çileklerin DNA’sında, onları bildiğimiz çilek haline getiren özellikler mevcuttur. Çileğin rengi, kokusu, lezzeti hep aynıdır. Bu eşi benzeri olmayan bir düzendir.

Bitkilerin yaptıkları fotosentez işlemi sonucunda diğer canlıların besin kaynakları olan karbonhidratlar oluşur. Fotosentez sonucunda üretilen maddeler hem bitkilerin kendileri, hem hayvanlar, hem de insanlar için son derece önemlidir. Çünkü yeryüzündeki tüm canlıların temel besin kaynağı bitkilerdir.

Çiçeklerde de çok benzersiz bir renk ve desen vardır. Yeryüzündeki yüzbinlerce çeşit çiçeğin her biri kendine özgü özelliklerle donatılmıştır. Günümüzde insanların ürettikleri kokular, desenler ve renkler doğadaki benzerlerinin taklit edilmesiyle üretilmektedirler. Örneğin menekşelerin kadife yumuşaklığındaki yapraklarının mor renkleri ve yaprak dokularındaki pürüzsüzlük benzersizdir. Kadife kumaşlar menekşelerin dokusu taklit edilerek üretilmektedir ama yine de aynı kalite sağlanamamaktadır.





sitemiz kez ziyaret edilmiştir.



http://haberanatomi.blogspot.com/

12 Şubat 2011 Cumartesi

Başka Türdeki Canlıları Kontrolü Altına Alıp Kumanda Edebilen Canlılar

Kuran'da Allah bizleri düşünmeye teşvik eder. Ayetlerde “düşünmezler mi?, akletmezler mi?” diye bildirerek sık sık Rabbimiz insanlara gördükleri üzerinde düşünmelerini öğütler.

Bir insanın bir şeye sadece bakıp geçmesi ile onu hikmetle görmesi arasında hayati bir fark vardır. Sadece bakan bir insan, şuursuzca, otomatik bir modda nefes alıp vererek yaşayan bir canlı olarak hareket eder. Hikmetle gören bir insan ise, Allah’ın yarattığı her şeyi, anlamla, hikmetle değerlendirir; bilinçle görür. Diğer örnekteki gibi üzerinden şuursuzca geçip gitmez; bilinçli bir seyir ve algılama vardır bu insanda.

Rabbimiz bir ayetinde, “O, size ayetlerini gösteriyor ve sizin için gökten rızık indiriyor. İçten (Allah'a) yönelenden başkası öğüt alıp-düşünmez.” (Mümin Suresi, 13) diye buyurmaktadır.

İşte iman edenlerle iman etmeyenler arasındaki fark buradadır. İman edenler, gödüklerinden hikmetler çıkaran, içten Allah’a yönelen bir şuura sahiptirler.

Bu şuur, Allah’ın tek tek her yerdeki nefes kesici sanatının eserlerini görmeyi sağlar. Sözde evrimle tesadüfler sonucu kainatın ve canlıların oluştuğuna (Allah'ı tenzih ederiz) inananlar ise bu apaçık gerçeği göremeyen bir büyü içerisindedirler.

Bu nefes kesici sanat her an her yerde karşımıza çıkar. Örneğin Rabbimiz, bazı böcek türlerine bir diğer canlıyı dıştan kendi komutaları altına alarak hareket ettirebilme özelliği vermiştir. Bu hayvanlar adeta kuklayı hareket ettirir gibi bir diğer canlıyı kendi istekleri doğrultusunda kumanda ederler.

Bu durum bilimadamlarını da hayret içinde bırakmaktadır.
Montreal Üniversitesi Biyoloji Departmanından Frederic Thomas, “Parazit içerideyken davranışı nasıl kontrol ettiğini anlayabilirsiniz. Ama bazıları teknik olarak içeride değilken ev sahibinin davranışlarını nasıl kontrol etmeyi başarıyorlar. Bu benim için sihir gibi bir şey,” diye bu konudaki düşüncelerini dile getirmiştir.

Tırtılı Yönetimi Altına Alan ‘Glyptapanteles’ Cinsi Eşek Arısı:

(Glyptapanteles cinsi) eşek arısı, bir tırtıl türünün son nefesine kadar, kendi yavrularının bakımını üstlenecek bir muhafız haline getirir. Eşek arısı larvalarını tırtılın üstüne bırakır. lavralar erişkin hale gelmeden hemen önce üstünde barındıkları tırtılın ''koruyucusu'' haline gelmesini sağlayan bir salgı üretirler. Böylelikle tırtılın yürüyüp kaçması gibi normal davranışlarda bulunmasını yapmasını engellemiş olurlar. Tırtıl, son ölüm anında dahi larvalar için koza benzeri bir ev yapar. Tırtılın ördüğü ağ ile tırtılın ölümünden sonra larvalar düşmanlara karşı korunaklı bir barınağa sahip olurlar.

Bu etki o kadar güçlüdür ki tırtıl, ölüm anında dahi larvalar için koza benzeri bir ev yapmaya devam eder. Tırtılın ördüğü bu ağ ile larvalar tırtılın ölümünden sonra düşmanlara karşı korunaklı bir barınağa sahip olurlar.

(Ampulex Compressa) Zümrüt Yeşili Böcek Kendinden Büyük Türdeşini Komuta Ediyor:

Zümrüt yeşili bir yabani hamamböceği olan ‘Ampulex compressa ‘ kendisinden çok daha büyük boyuttaki ‘Periplaneta americana’ adlı hamamböceğini kölesi haline getirir. Zümrüt yeşili renkteki bu küçük böcek, kendinden büyük olan diğer böceğin beynine bir nörotoksin enjekte eder. Bu zehir böceğin kendi hareketlerini kontrol etme kabiliyetini yok eder, ama onu tamamen felç etmez. Sonra boyutça küçük olan böcek, büyük olanın antenini tutar ve onu yuvasına doğru yönlendirir. Henüz canlı haldeki büyük böceğin vücuduna kendi yumurtalarını bırakır.

Daha sonraki aşamada tamamen felçli hale gelen bu büyük böcek, larvalar için hem bir barınak hem de besin haline gelerek vazifesini tamamlar.

Altoona’daki Pensilvanya Üniversitesi’nden Doç. Dr. Levri, “Kimi durumlarda parazitlerden bazıları, ev sahibinin hormonlarını taklit eden nörotransmitterler ya da hormonlar üretiyorlar” şeklinde belirtmektedir.

Ağustos Böceğini Kontrolü Altına Alan Kıl Kurtları (Spinochordodes Tellinii)

Kendinden büyük canlıları kontrolü altına alıp istediği şekilde yönlendiren canlılardan bir diğeri de kıl kurtlarıdır. Ağustos böcekleri yüzemezler, ama buna rağme kıl kurtları (Spinochordodes tellinii) ağustos böceklerini sudaki yaşamlarına ulaşmak için bir araç olarak kullanırlar. Kıl kurdu ağustos böceğinin içinde bir süre yaşayıp onunla beslendikten sonra açıklanamayan bir şekilde ağustos böceğini kendisini suya atmaya mecbur eder.

Montreal Üniversitesi Biyoloji Departmanından Frederic Thomas, “Yüzlerce ağustos böceğini tamamen içlerindeki asalağın kontrolü altında geceleyin suya atlarken görmek çok şaşırtıcıydı” diyerek bu konudaki hayretlerini ifade etmiştir.

Burada verilen 3 örnekte görülen önemli bir detay vardır. Bu canlıların tümü vücutlarında karşı tarafı etkileyecek kimyasal maddeler üretmektedirler. Bir insan için bunların nasıl maddeler olduklarını, formüllerini, hangi canlıda nasıl bir etki olduklarını bilmek hiçbir şekilde mümkün değildir. Ama bu küçük canlılar Allah'ın kendilerine verdiği ilhamla hareket ederek, mükemmel şekilde tam ihtiyaçlarına uygun yaratılmış bedenlerinde kimyasal işlemler gerçekleştirmekte ve başka canlı türlerini komuta edebilmektedirler.

Rabbimiz doğadaki minicik bir böceğe dahi bir insanın asla güç yetiremeyeceği hayranlık içinde bırakan yetenekler vermiştir. Bu gücün, herhangi bir şuura sahip olmayan, kimisi gözle bile görülemeyen organizmalara ait olamayacağı apaçıktır. Allah bizlere ‘Hayy’ sıfatıyla nasıl herşeye dilediği özelliklerle hayat verdiğini, ‘Sani’ sıfatıyla da nasıl eşsiz yaratma gücüyle herhangi bir canlıda müthiş bir sanatla, özelliklerle tecelli edebildiğini göstermektedir.



sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

9 Şubat 2011 Çarşamba

Atmosferi ve Toprağı Yenileyen Bitkiler


Soluduğumuz hava ve üzerinde yaşadığımız toprak, çeşitli nedenlerle sürekli olarak kirlenir. Oysa tüm olumsuz çevre koşullarına rağmen yaşamamız için gerekli olan atmosfer ve toprak her zaman temizdir. Çünkü atmosfer ve toprağın doğal temizleyicileri vardır. Bitkiler, bu temizleyicilerden biridir.


Bitkiler kirlenen havayı ve toprağı nasıl temizlerler?


Temizleme işlemi sırasında nasıl bir yöntem kullanırlar?

Soluduğumuz hava, %77 azot, %21 oksijen ve %1 oranında karbondioksit ve argon gibi gazların karışımından oluşan son derece hassas dengelere sahiptir. Ancak bu son derece hassas dengeler üzerine kurulu dünya atmosferi, hidrokarbonlar adı verilen kimyasallar tarafından kirletilir. Bunlar ağaç ve fosil yakıtlar gibi maddelerin yanmasıyla gün boyunca arabalardan çıkan egzoz gazları, evlerin bacalarından çıkan dumanlar, rüzgarla uçuşan tozlar, fabrikalardan yayılan kimyasal gazlardır. Ancak havada oluşan bu kirleticiler, Yüce Allah’ın yarattığı özel yöntemlerle temizlenir. Bu özel temizleyicilerden biri bitkilerdir.

Bitkiler, kendi besinlerini temin etmek için tıpkı bir kimya fabrikası gibi çalışırken veya yine kendi yaşamlarını sürdürmek için topraktaki suyu su pompası gibi çekerken, soluduğumuz havayı da Allah’ın yarattığı sistemlerle temizlerler. Aşağıda detayları anlatılan bu temizlik işlemi üstün akıl sahibi olan alemlerin Rabbi Allah’ın, kusursuz yaratışının delillerini bir kez daha gösterir. Rabbimiz canlılar üzerindeki hakimiyetini ve benzersiz yaratışını şöyle bildirir:

“İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka İlah yoktur. Her şeyin Yaratıcısı’dır, öyleyse O’na kulluk edin. O, her şeyin üstünde bir vekildir.” (Enam Suresi, 102)

Bitkiler Atmosferi Bir Kimya Fabrikası Gibi Çalışarak Temizler:

Canlı yaşamının en temel gereksinmelerinden biri, beslenmedir. Bitkiler de yaşamın temeli olan bütün biyokimyasal süreçler için gerekli olan enerjiyi sağlamak zorundadır. Bu enerjinin kaynağı hücrelerde depolanmış olan besinlerin yanması, yani oksijenle birleşerek parçalanmasıdır. Bu parçalanma sırasında besin molekülleri arasındaki kimyasal enerji serbest kalarak açığa çıkar. İşte bitkiler topraktan aldıkları suyu, havadan aldıkları karbondioksit ile birleştirerek, şeker ve nişasta benzeri karbonhidratlara ve oksijene dönüştürürler. Fotosentez denen bu süreçte oluşan yüksek enerjili besinler dokularda depolanırken, oksijen dışarı atılır.

İşte “nefes almamızın” şartı olan oksijen, fotosentez olayı ile ışığın olduğu gündüz vaktinde bitkiler tarafından dışarı verilmeye başlar ve soluduğumuz hava temizlenir. Bitkilerin fotosentez işlemi sırasında, bir yıl içinde atmosfere verilen yaklaşık 147 milyar tonluk karbondioksit miktarının 129 milyar tonunu temizlediği saptanmıştır. Geriye kalan 18 milyar tonu ise okyanuslardaki organizmalar temizler.

Gün boyunca atmosfere yayılan tüm kirleticilere rağmen soluduğumuz havanın çok temiz olması, Yüce Allah’ın kurduğu bu mükemmel sistem vesilesiyle hiçbir aksama olmadan devam eder. Özellikle sabah vakitlerinde tüm insanlar tarafından çok net olarak hissedilen havanın temizliği “nefes alma” ve “sabah vakti” arasındaki bağlantı ile bir Kuran mucizesi olarak ayette bildirmiştir:

“Ve nefes almaya başladığı zaman, sabaha” (Tekvir Suresi, 18)

Bitkiler Su Döngüsünü Kontrol Altında Tutarak Havayı Temizlerler:

Bitkilerin atmosferi temizleme yöntemlerinden biri de dolaylı yoldan gerçekleşir. Fakat atmosferi temizleyen kar ve yağmur tanelerini oluşturan suyun döngüsüne olan katkısı bakımından bu oldukça önemlidir.

Bitkiler yağışla toprağa düşen ve toprak tarafından emilen yağmur veya kar sularını kendi ihtiyaçları için kullanmak üzere kökleri vasıtasıyla bünyelerine çekerler. Daha sonra ağaçların yapraklarından muazzam miktardaki su, terleme yoluyla buharlaşır ve atmosfere tekrar geri döner. Diğer bir ifadeyle bitkiler, topraktaki suyu vücutlarından geçirerek atmosfere ulaştıran benzersiz su pompaları gibi çalışırlar. Böylece su, toprağın derinliklerinde yok olmadan yeryüzünde sürekli bir devir yapar. Bu şekilde atmosferin mevcut su miktarı değişmez.

Atmosfere çeşitli kirleticiler tarafından yayılan kükürt dioksit ve azot dioksit gazları çeşitli kimyasal dönüşümlerden geçtikten sonra bulutlardaki su damlacıkları tarafından emilir. Daha sonra bu damlacıklar yeryüzüne yağmur, kar gibi yollarla düşerek tekrar toprağa karışırlar. Ancak bu işlem sırasında hava da temizlenmiş olur. Yağmur yağdıktan sonra havanın tertemiz ve taptaze kokmasının nedeni de işte budur; yağmur tanelerinin havadaki tüm tozları tutması ve toprağa indirmesi…

Yüce Allah birçok Kuran ayetinde yağmurun diriltici özelliğine işaret eder. Kuşkusuz yağmur sularının yeryüzünün ihtiyacı olan suyun sağlanmasında hayati önemi ve diriltici bir özelliği vardır. Ancak yağmur suları havanın temizlenmesi üzerinde üstlendikleri rol ile nefes almamızı sağlayarak bir başka açıdan diriltici bir etki oluştururlar. Ayetlerde bu diriltici etkiye de işaret edilmektedir. (Doğrusunu Allah bilir)

“Oysa onlar, bundan önce (yağmurun) üzerine inmesinden evvel umutlarını kesmişlerdi. Şimdi Allah’ın rahmetinin eserlerine bak; ölümünden sonra yeryüzünü nasıl diriltmektedir? Şüphesiz O, ölüleri de gerçekten diriltecektir. O, her şeye güç yetirendir.” (Rum Suresi, 49-50)

Burada anlatılan bilgiler doğrultusunda, görünüşte havanın temizlenmesinde kar veya yağmur sularının etkili olduğu düşünülebilir. Fakat bitkilerin bu suyun tekrar atmosfere kazandırılması sırasında üstlendikleri görev çok önemlidir. Çünkü bitkiler toprağın suyunu tıpkı bir su pompası gibi çeken bir mekanizmaya sahip olmasalardı yağışla toprağa düşen sular toprakta kalacak ve şu anda yeryüzünde bulunan kusursuz su döngüsünde önemli bozulmalar meydana geleceki. Ancak Yüce Allah yeryüzünde birbiri ile bağlantılı olarak çalışan çok mükemmel sistemler var etmiştir. Bu sistemler vasıtasıyla yarattığı tüm canlıları korumakta ve onlara çok üstün güç sahibinin yalnızca Zatı olduğunu bir kez daha hatırlatmaktadır. Kuran’da bu gerçeğe şöyle dikkat çekilir:

“Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz, onu nasıl bina ettik ve onu nasıl süsledik? Onun hiçbir çatlağı yok. Yeri de (nasıl) döşeyip-yaydık? Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda ‘göz alıcı ve iç açıcı’ her çiftten (nice bitkiler) bitirdik. (Bunlar,) ‘İçten Allah’a yönelen’ her kul için ‘hikmetle bakan bir iç göz’ ve bir zikirdir.” (Kaf Suresi, 6-8)

Bitkilerin Toprağı Temizleme İşlemi Nasıl Gerçekleşir?

Bitkilerin gereksinimi olan minerallerin görevleri ve toprakta bulunuş şekilleri farklıdır. Mineraller genellikle toprakta tek olarak bulunmadığı için, Yüce Allah bitkileri kendileri için gerekli olan elementleri topraktan seçip alabilecek sistemlerle birlikte yaratmıştır. Bitki kendisi için gerekli olan mineralleri iyon olarak emer. Toprak çözeltisinde bulunan çok sayıdaki inorganik iyon arasından bitkiler sadece kendi ihtiyaç duyduklarını alırlar. Bu mineralleri alabilecek olan organ köklerdir. Kökler özel olarak yaratılmış sistemleri ile bitkinin ihtiyacı olan iyonları kendi bünyelerindeki yüksek yoğunluğa rağmen kök hücrelerinden geçirerek pompalarlar. Bu şekilde kendileri için gerekli olan mineralleri alırken toprağı da temizlerler. Ancak bu işlem sırasında sadece ihtiyaçları için gerekli olan miktarını alırlar. Oysa bazen toprakta bitkilerin gereksiniminden çok daha fazla miktarda kirletici birikebilir. Bu kirleticilerin topraktan uzaklaştırılması ve temizlenmesi işlemi ise Yüce Allah’ın bazı bitkilerde özel olarak yarattığı sistemler ile gerçekleşir.

Bitkilerin Toprağı Temizlemek İçin Sahip Olduğu Özel Sistemler:

• Topraktan aldıkları kirleticileri taşıma özelliği ile temizleyenler: Bu bitkiler, ağır metallerin kök hücrelerde birikimini engelleyecek şekilde yaratılmışlardır. Ancak zehirli maddeleri kökleri yardımıyla dallarına ve yapraklarına taşırlar. Bu maddeler, bitki tarafından kullanıldıktan sonra yaprak ve dalların dökülmesi veya kırılıp kesilmesiyle tamamen topraktan uzaklaştırılırlar.

• Topraktan aldıkları kirleticileri biriktirme özelliği ile temizleyenler: Bunların diğer gruptakilerden ayrılan özelliği, metallerin köklerine girmesine izin vermeleridir. Çünkü bu bitkilerin kök hücrelerinde yüksek metal seviyesinin zehirli etkisini giderecek sistemler vardır. Bu sistemler oldukça yüksek metal birikimine izin verirler.

• Topraktan aldıkları kirleticileri sahip oldukları kimyasal sistemlerle temizleyenler: Çinko, mangan, nikel ve bakır gibi mikro elementler, bitkilerin büyümesi ve gelişmesi için gerekli olmasına rağmen, bu iyonların hücre içindeki yüksek değerleri zararlı olabilir. Ancak bu zararlı etkiyi gidermek için, bazı bitkiler iyon akışının düzenlenmesi (taşıyıcı aktiviteyi düşük iyon konsantrasyonu sağlaması ve yüksek konsantrasyonu önlemesi için uyarma) ve hücre içi iyonların dış çözeltiye gönderilmesi gibi mekanizmalara sahiptirler.

Toprakta Biriken Zararlı Maddeleri Temizleyen Bazı Bitki Türleri:

Çiçeklerle süslenmiş zarif görünümlerine rağmen bazı bitki türleri Yüce Allah’ın yarattığı özel sistemler vesilesiyle ağır metallerle (kurşun, civa, bakır gibi) kirlenmiş olan toprakları temizlemek gibi oldukça önemli bir görev üstlenmiştir. Bu bitkilerden bazıları şunlardır:


Oksalik asit ve nitrat bakımından zengin topraklarda yaşayan Amaranthus retroflexus adlı bitki türü radyoaktif maddelerle kirlenmiş olan toprağı diğer bitkilere oranla yılda 2 veya 3 kez ekildiğinde 15 yıldan az bir sürede temizlemektedir. Bu diğer bitkilere göre 40 kat daha fazla bir verim anlamına gelmektedir.


Brokoli ve lahana türü bitki grubu içinde yere alan Thlaspi caerulescens ve Viola calaminaria, adlı bitki türleri yüksek oranda çinko ve kadmiyum içeren toprakta yetişir. Bu ağır metalleri saçak kökleri vasıtasıyla bünyelerine çekerken, birçok bitki için öldürücü sınırların çok üzerine çıkarak toprağı ağır metallerden temizlerler. Nitekim birçok bitki için 100 ppm üzerinde çinko birikmesi zehirlenme etkisi oluştururken Thlaspi caerulescens (Alpine pennycress), herhangi bir hasar olmaksızın 26.000 ppm’e kadar çinkoyu bünyesine alabilmektedir. Aynı şekilde normal bir bitki 20 ile 50 ppm arasında değişen oranlardaki kadmiyumla zehirlenirken Thlaspi caerulescens 1500 ppm’e kadar kadmiyum depolama kapasitesine sahiptir.

Yüce Allah’ın üstün yaratma sanatının bir eseri olan Pteris vittata isimli eğreltiotu da son derece zehirli bir element olan arseniği depolamaya uygun yaratılmıştır.

Eğreltiotunda topraktakinden 200 kat daha fazla arsenik bulunduğu keşfedilince, bitkinin arsenikle beslendiği anlaşılmıştır. Bu keşfin bilhassa sanayi ve maden bölgelerindeki tarım arazilerinin temizlenmesinde yeni ufuklar açacağı düşünülmektedir.


Hardalgiller familyasından olan Arabidopsis thaliana ise Yüce Allah’ın dilemesiyle alüminyumu zararsız hale getirme özelliğine sahip olarak donatılmıştır.


Şeker kamışının akrabası olan Napier çimi (Pennisetum purpureum) toprağı temizlemede iki açıdan başarılı olur. Birincisi hidrokarbon kirliliği söz konusu olduğunda toprağa oksijen pompalar ve bu işlem sırasında topraktaki hidrokarbonları parçalar. İkincisi topraktaki nikel, kadmiyum, kurşun ve çinko gibi metalleri bir mıknatıs gibi çekerek gövdesinin üst kısımlarına taşır.

Buradaki örneklerde görüldüğü gibi Rabbimiz, bitki türlerini birbirinden farklı üstün özelliklerle yaratmıştır. Bu gerçeğe bir Kuran ayetinde şöyle dikkat çekilir:

“Yeryüzünde birbirine yakın komşu kıtalar vardır; üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar da vardır ki, bunlar aynı su ile sulanır; ama ürünlerinde (ki verimde ve lezzette) bazısını bazısına üstün kılıyoruz. Şüphesiz, bunlarda aklını kullanan bir topluluk için gerçekten ayetler vardır.” (Rad Suresi, 4)


BİTKİLERİN TOPRAĞI TEMİZLEME ÖZELLİĞİ EKONOMİK ANLAMDA FAYDA SAĞLAR

Bazı bitki türleri, topraktan bünyelerine aldıkları kadmiyum ve nikel gibi ağır metalleri; gövde, filiz ve yapraklarında biriktirir. Yüce Allah’ın bitkilere kazandırdığı bu özellik metalurji alanında kullanılmaktadır. Birikmenin olduğu bitki kısımları toplanıp hacimce küçültülmekte ve yeniden değerlendirilmek üzere depolanmaktadır. Bu şekilde hem bitkinin toprağı temizlemesi sağlanmakta hem de bitkilerin balyalanıp yakılmasından sonra oluşan küller maden filizi olarak satılmaktadır. Nitekim Pensilvanya’da, çinko bakımından zengin bir arazide yetiştirilen Thlaspi caerulescens bitkisinin külünden, % 30-40 oranında çinko üretilmiştir.

Bitkiler Toprakta Biriken Zararlı Mineralleri Bir Elektrik Süpürgesi Gibi Temizlerler

Bitkiler ihtiyaçları olan besinlerini mineraller halinde topraktan alırlar. Bir bitkinin sağlıklı olarak yaşayabilmesi için nitrojen, potasyum, fosfor, kalsiyum, magnezyum, sülfür gibi ana elementlere ihtiyacı vardır. Bitkiler azot dışındaki bu maddelerin çoğunu topraktan direkt olarak temin edebilirler. Bu elementler dışında bitkilerin sağlıklı gelişim için başka minerallere de gereksinimi vardır. Demir, klor, bakır, manganez, çinko, molibden ve bor minerallerinden oluşan bu minerallere olan gereksinimleri daha azdır. Bitkinin ihtiyacı olan bu maddeler toprakta Yüce Allah’ın yarattığı hassas dengelerle belli bir ölçü ile sabitlenmiştir. Fakat toprak da tıpkı atmosfer gibi endüstriyel atıklar, kentsel atıklar, tarımsal ilaçlar, erozyon, tarım alanlarının hatalı sürülmesi, hatalı gübreleme, yanlış yapılaşma gibi nedenlerle kirlenir. İşte, bitkiler Yüce Allah’ın yarattığı muhteşem sistemlerle kendi yaşamsal fonksiyonları için gerekli olan bu mineralleri topraktan alırken aynı zamanda toprağı da temizlerler.

Bitkilerin Sahip Oldukları Temizleme Özelliği Yüce Allah’ın “Kuddüs” (Hatadan, gafletten ve her türlü eksiklikten çok uzak, pek temiz) İsminin Tecellisidir

Yüce Allah yeryüzünde, gökyüzünde, uzayın derinliklerinde, toprağın altında bulunan herşeyin, tek Yaratıcısı’dır. İnsanın gözünü çevirip etrafına baktığında görebildiği ve çıplak gözle göremediği her yerde bulunan düzen, kanunlar, istikrarlı gidişat tamamen Yüce Allah’a aittir. “Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, Kendisi’nden sonra artık kimse onları tutamaz...” (Fatır Suresi, 41) ayetiyle bildirildiği gibi var olan tüm sistemin düzenleyicisi ve koruyucusu O’dur. Rabbimiz’in belirlediği bu düzen içinde bazı canlılar temizlikle görevlendirilmiştir. Her ayrıntının düşünülerek hazırlandığı, hatasız çalışan çok hassas dengelere sahip, ince ince planlanmış sistemlerle donatılmış olan bitkiler de yaşamsal fonksiyonlarını sürdürürken, Yüce Allah’ın özel olarak yarattığı sistemler sayesinde gezegenimizi temizleme görevini de üstlenirler. Günümüzde hala tam olarak nasıl işlediği keşfedilememiş olan bu olağanüstü işlemler çok üstün bir akla ve bilgiye sahip olan Rabbimiz’in yaratması ile kusursuzca gerçekleşir:

“Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah’tır...” (Araf Suresi, 54)








sitemiz kez ziyaret edilmiştir.

http://haberanatomi.blogspot.com/

Beynin Yeni Bir Özelliği Keşfedildi: Duyu Kaybı Olan Bölgeyi Değerlendirmesi



Beyindeki algı merkezleri nasıl oluşur?


Beyin algı kaybını nasıl telafi eder ve bu kaybı telafi edecek bağlantıları nasıl kurar?

Dış beyin kısmını teşkil eden korteks; görme, duyma ve diğer algılama merkezleriyle insanın sürekli olarak dış dünyayla iletişim halinde bulunmasını sağlayan kısımdır. Yüce Allah’ın dilemesiyle beynin bu kısmında bazı algılar doğuştan oluşmazlar ve bu kişiler kör ya da sağır olarak yaşamlarını sürdürürler. Ancak Yüce Allah’ın dünya hayatının bir imtihanı olarak yarattığı bu durum karşısında insan büsbütün çaresiz kalmaz. Çünkü beyin, kullanılmayan bölgeleri farklı şekillerde değerlendirir. Kayıp duyu yerine, faydalı olabilecek takviyelerle, duyu kaybını telafi eder. Örneğin bir kişi eğer sağırsa, arabanın yandan yaklaştığını duyamaz, fakat çevre görüşü artar ve çok uzaktan bir arabanın geldiğini görebilir. Aynı durum bir şeyin ne kadar hızlı hareket ettiğini doğru olarak tespit edebilme yeteneği için de geçerlidir.

Beyindeki Algı Merkezlerinin Oluşumu Büyük Bir Mucizedir

Anne karnında bebeğin ilk hücresi meydana geldikten sonra, bu mucivezi gelişimin ilk aşamasında hücreler bölünmeye başlar ve zamanla gelişir. Anne karnında başlangıçta bir et parçası görünümünde olan hücreler bölünmeye devam ederek ve gruplanarak, ışığa karşı hassas göz hücrelerini, acıyı, tatlıyı, ağrıyı, sıcağı, soğuğu algılayacak sinir hücrelerini, ses titreşimlerini hissedecek kulak hücrelerini ve gıdaları sindirecek sindirim sistemi hücrelerini ve daha birçoklarını oluşturmaya devam ederler.

Embriyonun anne karnındaki gelişiminde 5. haftadan itibaren oluşan omurilikte çok süratli bir üretimle saniyede 5000 tane nöron adlı özel sinir hücresi üretilmeye başlanacaktır. Bu bölgede daha sonra beyin oluşacaktır. (Science Vie, Mart 1995, sayı: 190, s. 88)

Beyin hücrelerinin büyük kısmı embriyonun ilk beş ayında oluşur ve hepsi doğumdan önce beyindeki gereken konumlarını almış olurlar. Büyük bir hızla oluşan hücreler bir süre sonra merkezi sinir sisteminin kollarını oluşturmak üzere, daha uzaklara göç etmeye başlarlar.

Ancak bu aşamada her bir nöronun, sinir sistemi içinde kendisi için ayrılmış olan hedef yeri tam olarak bulması şarttır. Bu yüzden genç nöronların yollarını bulabilmeleri için mutlaka bir rehbere ihtiyaçları vardır. Bu rehberler, omuriliğin ve beynin gelişme alanı arasında bir tür kablo şeklinde uzanan özel hücrelerdir. Nöronlar üretildikleri yerden çıkıp bu rehberlere tutunarak göç ederler.

Ve kendileri için ayrılmış olan yerleri adeta anlar, oraya yerleşirler ve hemen ardından uzantılar meydana getirerek diğer nöronlarla bağlantı kurarlar.

Nöronların oluşur oluşmaz böyle bir yolculuğa çıkacaklarını bilmeleri, bu yolculuk sırasında hedeflerini bulmak için bir rehber kullanmaları gerektiğine ve birbirleriyle ne gibi işbirliği yapacaklarına karar vermeleri elbette imkansızdır. Çünkü nöron dediğimiz varlıklar gözle görülemeyecek küçüklükte, atomlardan ve moleküllerden oluşan hücrelerdir. Onların böylesine şuurlu bir şekilde yerleşmeleri kendi karar ve iradeleriyle gerçekleşecek bir olay değildir. Bu işlemi yöneten merkez beyin de değildir. Çünkü henüz anne karnındaki embriyonun beyni oluşmamıştır. Bu nedenle nöronların doğru bağlantıları kurmak üzere harekete geçmeleri ve doğan çocukların hemen hemen tamamına yakın kısmının işiten, gören, algılayan birer insan haline gelmeleri büyük bir mucizedir. Yüce Rabbimiz bu mucizenin harikalığını göstermek için bazen doğuştan kör ve sağır insanlar yaratır. Yüce Allah’ın bazı insanları bu şekilde yaratmasındaki bir hikmet de, insanların gözlerindeki ülfet perdesini kaldırmak ve yaratılışın mucizeviliğini bir kez daha hatırlatmak olabilir. (Doğrusunu Allah bilir)

Bu nedenle her insan kendisinin de çok mucizevi aşamalardan geçirildiğini bilmeli ve Rabbimiz’in kendisini bir insan olarak yaratmasındaki ihtişamı görerek şükretmelidir. Allah’ın herşeyin Yaratıcısı olduğunu, göklerde ve yerde O’ndan başka bir güç sahibi olmadığını aklından bir an bile çıkarmamalıdır:

“... Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün (eli ayağı tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkar mı ettin? Fakat, O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam.” (Kehf Suresi, 37-38)

Beynin Korteks Tabakasının Eksik Algıyı Telafi Etme Özelliği Bilimsel Olarak İspatlanmıştır

İnsanların kör veya sağır olması yukarıda kısaca açıklanan beynin oluşum aşamasında ortaya çıkan bazı gelişim bozukluklarından kaynaklanır. Göz dokularının oluşmaması, eksik olması, görme sinirinin ya da retina adını verdiğimiz görme tabakasının gelişme bozuklukları doğuştan körlüğe neden olurken, işitme duyusu sinirlerinin anormal veya eksik gelişmiş olması da doğuştan sağırlığa neden olur. Bu noktada beynin korteks tabakası duyu organlarındaki bu eksiği kapatmak için faaliyete geçer.

Nature Neuroscience’da yayınlanan araştırmayı yürüten bilim adamı Dr. Stephen Lomber’in yaptığı kapsamlı araştırma, bu gerçeği bilimsel olarak ispatlamıştır. Dr. Lomber’in çalışma ekibi doğuştan sağır kedilerin yan görüşünü incelemiş ve beynin kullanılmayan kapasitenin adeta israf olmasını istemediğini saptamıştır. Sağır ve kör insanların genelde diğer duyularının daha keskin olduğunu söylemelerinin nedeni budur. Kraliyet İşitme Engelliler Ulusal Kurumu araştırmacısı Dr. Joanna Robinson da bulguları değerlendirerek doğuştan sağır olan insanların işiten insanlardan daha geniş bir görsel alanı olduğunu doğrulamıştır. Araştır-mada dikkat çeken bir bulgu da sağır insanların yan görüntülerindeki nesnelere, işiten insanlardan daha hızlı tepki verdikleri, sağır çocukların ise işiten yaşıtlarından daha yavaş tepki verdikleridir. Bu ise beynin işitsel kısmının, görsel bilgiyi işleyecek şekilde geçiş yapmasının biraz zaman aldığını gösterir. Diğer bir ifadeyle beynin, kayıp algıyı bir diğer algıyı kuvvetlendirerek telafi etmesi için zamana ihtiyacı vardır. Araştırmalar beynin telafi etme işlemini nasıl başardığını ise bulamamıştır. Elbette, yaklaşık 1,5 kg’lık bir ağırlığa sahip jöle kıvamında bir et parçasının bütün bu hassas dengeleri kusursuz bir düzen içinde düşünmesi ve telafi etmesi imkansızdır. Beyne bu telafi etme işlemini emreden Yüce Allah’tır:

“Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca “OL” der, o da hemen oluverir.” (Bakara Suresi, 117)

Allah Merhamet Edenlerin En Merhametlisidir

Vücudumuz yaratılmış en mükemmel sistemlerden biridir ve mükemmelliği ayrıntılarında gizlidir. Beynin yapısı derinlemesine incelendiğinde, bizim kavrayabilme sınırlarımızı zorlayan detaylara sahip olduğu anlaşılır. Beynin içinde, Yüce Allah’ın bizim için yarattığı ve tamamını kavramaya muktedir olamadığımız bambaşka bir dünya vardır. Bu dünya keşfedilmeye başlandığında ise, yaratılışımızdaki mucize ile bir kere daha karşılaşırız. Beyindeki her kıvrım bir amaç üzerine yaratılmıştır.

Hissetmek, hareket etmek, işitme, görme, tat ve koku alma, kalbin çalışması, nefes alma gibi hayati işlevlerin tümü bu mucizevi organ tarafından gerçekleştirir. Beyin hormonlar üreterek vücudun ihtiyaçlarına göre düzenlemeler de yapar. Çok hassas bir sisteme sahip olan bu organımız elektrik sinyalleri ile çalışan sinir hücreleri, bunları barındıran ve beslenmelerine yardımcı olan destek hücreleri ve kan damarlarından oluşur. Beynimizin sahip olduğu bu mükemmel yapı ve çalışma sistemi hiçbir aksaklık olmadan görevini eksiksiz olarak yerine getirir. Dünya hayatının bir imtihanı olarak Yüce Allah’ın dilemesiyle ortaya çıkan sağırlık, körlük gibi eksiklikler ise Rabbimiz’in dilemesiyle telafi edilir. Kuşkusuz bu durum Rabbimiz’in Erham-ür Rahimin (Merhamet edenlerin en merhametlisi) isminin aciz kulları üzerindeki tecellisidir:

“Sizi en iyi Rabbiniz bilir; dilerse size merhamet eder, dilerse sizi azablandırır. Biz seni onların üzerine bir vekil olarak göndermedik.” (İsra Suresi, 54)

HER İNSAN, TÜM HAYATINI BEYNİNDEKİ KÜÇÜK MEKANDA YAŞAR

Herkesin bildiği bir gerçek vardır: Görüntü, ses, koku, tat, dokunma duyusu beyinde hissedilen duyulardır. Yani dış dünyamızı aslında iç dünyamızda yaşarız. Bütün hayatımız, beynimizin içindeki küçük bir mekanda geçer. Dışarıda var olan maddeyi, beynimizdeki televizyondan seyrederiz. Dışarıdan gelen elektrik sinyallerini beynimizdeki algı merkezinde koklarız. Dışarıdan gelen elektrik sinyallerini yine beynimizde sertlik olarak algılarız. Dışarıdan gelen elektrik sinyalleri beynimizdeki hoparlörde sese dönüşür.

Tüm bunları beynimizin içindeki birkaç santimetreküplük odamızda yaşarız ve hayatımız boyunca o odanın dışına asla çıkamayız. Her insan; kıtalar arası yolculuk yapan bir gezgin, ilk olarak Ay’a ayak basan bir astronot, hayatı boyunca köyünden ayrılmamış bir çiftçi de olsa, beynindeki küçük odasının dışında bir yere kıpırdayamaz. Dışarıda var olan okyanusları, ormanları, gökyüzünü, Ay’ı, Güneş’i, çiçekleri, meyvaları bu beynimizdeki küçücük odada görür, orada koklar ve seslerini orada dinleriz. Dışarıdaki asıllarına hiçbir zaman ulaşamadan beynin içinde tüm bu hisleri algılayan bir şuur vardır. Ancak elbette bu şuur beyni oluşturan sinirler, yağ tabakası, sinir hücrelerine ait değildir. Bu şuur, Allah’ın yarattığı ruhtur.

Bu açık ve ilmi gerçeği okuyan her insanın, beynin içindeki birkaç santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve ışıklı olarak sığdıran Yüce Allah’ı düşünüp, O’ndan korkup, yalnızca O’na sığınması gerekir. (http://www.maddeninardindakisir.com/)



sitemiz kez ziyaret edilmiştir.


http://haberanatomi.blogspot.com/

8 Şubat 2011 Salı

Antibiyotiklere Direnç, DDT Bağışıklığı Evrimdir İddiasına Cevap


Antibiyotik direnci ve bazı böceklerin böcek ilaçlarına karşı geliştirdikleri direnç konusunun evrime delil olarak gösterilmesi, defalarca yalanlanmış olmasına ve defalarca açıklanmasına rağmen, yine Darwinistler tarafından ısrarla gündeme getirilmektedir. 25 Ocak 2011 tarihli NTV evrim programında da yine gündeme getirilen bu iddia, söz konusu Darwinistlerin bu konuda ve bilimsel gerçekler konusunda ne kadar bilgisiz olduklarını bir kez daha ortaya çıkarmıştır.

Bilimsel olarak evrim ile hiçbir ilgisinin olmadığı ispat edilmiş olan böyle bir konunun sürekli gündeme taşınması, Darwinistlerin ellerinde hiçbir bilimsel delil olmamasından kaynaklanır. Ne var ki Darwinistler insanların üzerindeki büyüyü ve kitle hipnozunu devam ettirebilmek için böyle sahtekarlıkları tekrar gündeme taşımak gerektiğini düşünürler.

Darwinistlerin hasıraltı etmeye çalıştıkları gerçek:

Bakterilerdeki antibiyotik direnci penisilinin icadından önce de var olan bir özelliktir

Bakterilerde meydana gelen antibiyotiğe karşı direnç, onların mutasyon sonucunda sonradan geliştirdikleri bir özellik değildir. Bakteriler bu özelliğe antibiyotiğe maruz kalmadan önce de sahiptirler.

Bu tür direnç özelliklerinin penisilinin icadından önce de birçok bakteri türünde mevcut olduğu tıp dünyasında bilinen bir gerçektir. Ama genellikle Darwinistler bunu bilmezlikten gelirler veya gerçekten bu konuda ciddi şekilde bilgisizdirler.

Medical Tribune dergisindekonuyla ilgili bir olay şu şekilde aktarılmaktadır:

1986'da yapılan bir araştırmada, 1845 yılında bir kutup keşfi sırasında hastalanarak hayatını kaybeden denizcilerin buzda korunmuş cesetleri bulunmuştur. Bu cesetlerin üzerinde 19. yüzyılda yaygın olan bazı bakteri çeşitleri tespit edilmiş ve bunlar test edildiğinde, 20. yüzyılda üretilmiş pek çok modern antibiyotiğe karşı direnç özellikleri taşıdıkları hayretle saptanmıştır. (Medical Tribune, 29 Aralık1988, s.1, 23)

Bakterilerin kendi türleri içinde sayısız varyasyonları (çeşitleri) vardır. Bu varyasyonların bir kısmı, bazı ilaçlara karşı direnç sağlayacak genetik bilgiye sahiptirler.

Bakteriler belli bir ilacın etkisine maruz kaldıklarında, ilaca dayanıksız varyasyonlar yok olur; dirençliler ise hayatta kalır ve daha fazla çoğalma imkanına kavuşurlar. Belli bir zaman sonra tamamen yok olan dirençsiz bakterilerin yerini, hızla çoğalan bu dirençli bakteriler doldurur.

Bir süre sonra, aynı bakteri türü yalnızca söz konusu antibiyotiğe dirençli olan bireylerden oluşmuş bir koloni haline gelir ve artık aynı antibiyotik o bakteri türüne karşı etkisiz olur. Ancak BAKTERİ YİNE AYNI BAKTERİ, TÜR YİNE AYNI TÜRDÜR. HERHANGİ BİR EVRİM YAŞANMAMIŞTIR.

Ayrıca bu, bakterilerin aslında çok büyük birer Yaratılış harikası olduğuna bir delildir.

DDT ve benzeri ilaçlara karşı böceklerde gelişen bağışıklık için de aynı durum söz konusudur. Bu bağışıklık örneklerinin çoğunda, zaten daha önceden var olan bağışıklık genleri kullanılmaktadır.

Evrimci biyolog Francisco Ayala; "böcek zehirlerinin en kapsamlı türlerine karşı gösterilen bağışıklık, bu insan-yapımı maddeler böceklere uygulandığında, o böcek türünün çeşitli genetik varyasyonlarında açıkça vardı" diyerek bu gerçeği kabul eder. (Francisco J. Ayala, "The Mechanisms of Evolution", Scientific American, cilt 239, Eylül 1978, s. 64)

Dolayısıyla Darwinistler sürekli bu konuyu evrime delilmiş gibi göstererek sahtekarlık yapmaktadırlar. Bu tür sahtekarlıklarla insanların beyinlerini hipnoz altına almayı ve onları büyülemeyi hedeflemektedirler.

Halkımız bu sahte büyüye karşı koymalıdır. Darwinistlere bu tip hikayeler karşısında tek bir proteinin tesadüfen meydana gelip gelemeyeceği sorusunu yöneltmelidirler. Daha henüz bu soruya bile cevap veremeyen köhne bir teorinin dehşetli bir yenilgi içinde olduğunu bilmelidirler.







sitemiz kez ziyaret edilmiştir.

http://haberanatomi.blogspot.com/

Evrim Bir Bilimdir İddiasına Cevap

25 Ocak 2011 tarihli NTV’deki evrim programında, Darwinistlerin en büyük aldatmacalarından biri olan “evrim bilim demektir” sahtekarlığı bir kez daha gündeme getirilmiştir. Defalarca deşifre ettiğimiz bu aldatmaca, Darwinistlerin propagandalarını dayandırdığı tek dayanak olduğu için yeniden Darwinistlerin sığınağı olmuştur.

Bu iddia, Darwinistlerin Darwin’den bu yana 150 yıldır tekrarlayıp durdukları, en sahtekarca iddialarıdır. Darwinistler evrimi mümkün olduğunca bilim gibi göstererek, evrimin bilimin ayrılmaz bir parçası olduğunu iddia ederek teorilerini ayakta tutmaya çalışırlar. Konu hakkındaki bilgisiz insanları, bu telkin ile bilimin gerçekten evrime işaret ettiği aldatmacasına inandırmaya çalışırlar.

Oysa EVRİMİN BİLİM İLE İLGİSİ YOKTUR. BİLİM, EVRİME EN BÜYÜK DARBEYİ VURMUŞTUR. BİLİM EVRİMİ YERLE BİR ETMİŞ, TÜM İDDİALARINI GEÇERSİZ KILMIŞTIR. Evrim, özellikle 21. yüzyılda DARWİNİZM’İN EN BÜYÜK DÜŞMANI OLMUŞTUR. Evrim, bilim ile ilgisi olmayan, tesadüfleri sahte ilah edinmiş bir PAGAN DİNİDİR.

BİLİM; ANTİ-DARWİNİST’TİR, ANTİ-ATEİSTTİR, ANTİ-PAGANDIR, ANTİ-MATERYALİSTTİR, ANTİ-KOMÜNİSTTİR. BİLİMİN HER DALI, EVRİMİ ÇOK BÜYÜK DELİLLERLE ORTADAN KALDIRMIŞTIR. Zaten Darwinistler, bu büyük yenilginedeniyle savunma mekanizması olarak bilimi kalkan olarak kullanmakta ve insanları aldatmaktadırlar. Ancak bu çabaları hiçbir sonuç vermemektedir çünkü bilim, Allah'ın izniyle, İslam'a hizmet etmektedir.

Bilimin her dalı evrimi kesin olarak yalanlamaktadır

Genetik ve moleküler biyoloji, TEK BİR PROTEİNİN BİLE TESADÜFEN MEYDANA GELEMEYECEĞİNİ KANITLAMIŞve evrimi temelinden yıkmıştır. Aynı zamanda, canlı varlıklardaki KOMPLEKS YAPILARDA ASLA EVRİMİN GEREKTİRDİĞİ DEĞİŞİMLERİN GERÇEKLEŞMEYECEĞİNİispat etmiş ve evrim iddialarını yerle bir etmiştir.

Paleontoloji bilimi 350 milyondan fazla fosil ile evrimi ortadan kaldırmıştır. 350 milyondan fazla fosil arasından TEK BİR TANESİ BİLE ARA FOSİL DEĞİLDİR.

Darwinistlerin en büyük şoklarından bir tanesi, 21. yüzyılda, BİLİMİN HER DALININ EVRİM TEORİSİNİ ORTADAN KALDIRMASI OLMUŞTUR. Darwinizm savunucuları bu şoku üzerlerinden atamamaktadırlar.

Darwinistlerin en büyük şoklarından bir tanesi de, BİLİMİN YARATILIŞ GERÇEĞİNİİSPAT ETMESİ olmuştur.

Darwinistler, bilimin İslam’a hizmet ettiğini gördükçe büyük endişelere kapılmakta, beklentilerinin boşa gitmesinden dolayı hayal kırıklığına uğramaktadırlar. İşte bu sebeple “Yaratılış bilimsel değil, okullarda okutulmamalı” aldatmacasına sığınmakta, sahtekarlıkla bu durumu bertaraf etmeye çalışmaktadırlar. Oysa aslında kendileri de, TÜM BİLİMSEL GELİŞMELERİN ALEMLERİN RABBİ OLAN, RAHMAN, RAHİM VE YÜCE OLAN ALLAH’IN GÜCÜNE VE KUDRETİNE İŞARET ETTİĞİNİ, YÜCE RABBİMİZ’İN VARLIĞINI KANITLADIĞINI çok iyi bilmektedirler.

Yüce Allah herşeyin hakimi ve sahibi olduğunu ayetlerinde şöyle buyurur:

Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur.Kendinizde buna ilişkin bir delil de yoktur. Allah'a karşı bilmeyeceğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz? (Yunus Suresi, 68)

İşte böyle; çünkü Allah, hakkın ta Kendisi'dir. O'nun dışında, onların taptıkları ise, şüphesiz batılın ta kendisidir. Gerçekten Allah, yücedir, büyüktür. Görmedin mi, Allah, gökten su indirdi, böylece yeryüzü yemyeşil donatıldı. Şüphesiz Allah, lütfedicidir, herşeyden haberdardır. Göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur. Şüphesiz Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan (Gani)dır, övülmeye layık olandır. (Hac Suresi, 62-64)



sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

Kutup Sumru Kuşlarının Rotası Neden "S" Şeklindedir?



Yaklaşık 33-39 cm boyunda, 100 gram ağırlığında küçük bir kuş olan “kutup sumru” kuşu her yıl oldukça ilginç ve uzun bir yolculuğa çıkar. Yolculuğun en ilginç yönü ise bu kuş türünün düz bir rota izlemek yerine “S” bir rota çizerek göç yolculuğunu uzatmasıdır. Kutup sumru kuşlarının bu yolculuğunu izleyen bilim adamları çok ilginç sonuçlarla karşılaşmışlardır.



Göçyolculuğunda binlerce kilometre uçan Kutup sumru kuşu, “S” şeklinde bir uçuş rotası çizerek niçin yolunu daha da uzatır?


Yaşam alanı genelde deniz ortamı olan “Kutup sumru kuşu”, Ağustos ya da Eylül ayında Kuzey Kutbu’ndaki Grönland adasından yola çıkarak, Güney Kutbu’na, Antarktika sahillerindeki Weddell Sea’ye kadar uzun bir yolculuk yapar. Dünyanın bu en güney ucunda dört ya da beş ay geçirdikten sonra Mayıs ya da Haziran ayında tekrar en kuzey uçtaki evine geri döner. Oysa kuşun bu yolculuğu yapması için belirlenmiş yazılı kurallar, bunlara uymadığında verilecek cezalar veya yaptırımlar yoktur. Ancak her yıl binlerce Kutup sumru kuşu göç etmek üzere aynı anda harekete geçer. Bu, onların toplu harekete uygun şekilde yaratıldıklarının ve her birine aynı şekilde hareket etmelerinin ilham edildiğinin bir delilidir. Kutup sumru kuşlarının göç yolculuğu Yüce Allah’ın üstün aklının tecellisi olan pek çok hikmete sahiptir. Bu hikmetlerden bazıları şunlardır:

Göçe Başlama Zamanının Doğruluğu

Kuşların göç etmesini başlatan birçok neden vardır. Bu nedenlerden biri veya birkaçı oluştuğunda kuşlar için göç maratonu başlar. Bu etkenlerden biri, günlerin uzayıp kısalmasıdır. Gün uzunluklarındaki değişiklik, kuşların hormon sistemini etkiler. Yapılan deneyler artan gün uzunluğunun hayvanları çeşitli şekillerde uyardığını göstermiştir. Işık öncelikle beyindeki açlık ve tokluğu kontrol eden sinir merkezi hipotalamusu uyarır. Aynı anda beyindeki komşu merkezler de uyarılır. Özellikle prolaktin, böbrek üstü bezlerden kortikosteron ve seks hormonları salgılanmaya başlar. Bu hormonal değişiklikler kuşlarda aşırı iştah artışına neden olur. Böylece büyük oranlarda beslenip, göç için gerekli olan yağ depolarını oluştururlar. Göç döneminde yılın diğer zamanlarına göre %40 daha fazla beslenirler. Kazandıkları yağlar, derinin altında, uçuş kaslarında ve karın boşluğunda depolanır. Bu şekilde Kutup sumru kuşu beslenmek ve soğuklardan korunmak için hazırlık yapmak amacıyla yaz sonu ve sonbahar başlangıcında göç hazırlığına başlar. Eğer kuş ilkbaharda göç hazırlığına başlasaydı göç etmek, göç ettiği yerde besinler bollaşana kadar beklemek, kuluçkaya yatmak ve yavrularını besin bolluğunda beslemek için yeterli zamanı bulamazdı. Kuşların yıllık göçlerinin zamanlaması, yuvadaki genç bireylerin en bol besinle karşılaşacakları dönemle eş zamanlıdır. Aynı şekilde eğer kuş, üreme alanından sonbaharda uzaklaşmak için iklimin artık yaşayamayacağı hale gelmesini beklerse, gerekli fizyolojik değişiklikleri (kilo alma yoluyla enerji sağlama) yapmak için zamanı kalmamış olacaktır. Bu ise neslini devam ettirememesi demektir. Oysa böyle bir aksaklık olmaz ve Kutup sumru kuşları göç zamanını doğru olarak tespit ederler.

Uzun Uçuş Öncesi Kısa Bir Mola

Göç eden kıyı kuşlarının pek çoğu gibi Kutup sumru kuşları da üreme alanları ile kışı geçirdikleri bölgeler arasındaki mesafeyi tek bir uçuşta tamamlayamazlar. Büyük türlere göre daha az yağ depolayan bu küçük kıyı kuşları yeniden enerji kazanmak için mutlaka duraklama ihtiyacı duyarlar. Bu yolculukta duraklamak için kullanacakları uygun adaların nadir olması nedeniyle direkt olarak Antarktika’ya gitmek yerine Kuzey Atlantik’te (Azore’ların yaklaşık 1.000 km kuzeyinde) uzun bir mola vermeyi tercih ederler. Burada olabildiğince çok zooplankton ve balıkla beslenerek yediklerini yağa dönüştürürler. Çünkü yağ en ideal yakıttır ve bu 1 gr yağ yakıldığında aynı miktardaki protein ve karbonhidrattan iki kat daha fazla enerji ve su açığa çıkar. İşte bu uzun ve zorlu göç sırasında, biriktirilen bu yağlar tüketilir. Pek çok kişinin varlığından bile haberdar olmadığı bu küçük kuşlar, uzun yolculuk için yedek yağa gereksinim duyacaklarını, gereksinim duyacakları yağı elde etmek için nerelerde durabileceklerini bilmekte, uygun yönlere doğru yolculuk etmekte ve bir insanın asla yaşayamayacağı şartlarda kusursuz bir yolculuğa hazırlanmaktadırlar. Kuşlar elbette sahip oldukları bu özellikleri akıl ve deneyimleri ile öğrenmemişler, zaten bu bilgilere sahip olarak doğmuşlardır. Çünkü bu canlılar, Yüce Allah’ın her canlı üzerindeki himayesinin delillerinden yalnızca biridir:

“Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah’ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah’ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için.” (Talak Suresi, 12)

Uçuş Esnasındaki Kararlılık

Pek çok göç eden canlı türü gibi Kutup sumru kuşlarının en dikkat çekici özelliklerinden biri de, gidecekleri ve dönecekleri yere varma konusundaki kararlılıklarıdır. Nitekim yapılan bir araştırmada güney kutbundan, kuzeye, tekrar evlerine dönmek üzere yola çıktıklarında kuşlar gözlem gemilerinden atılan balıkları görmezden gelmiş ve büyük bir kararlılıkla yollarına devam etmişlerdir. Kutup sumrusu daha sonra yiyebileceğini ve dinlenebileceğini adeta bilir. Bu nedenle martıların atılan balıkları yeme konusundaki telaşına karşılık, sumrular adeta “hemen eve ulaşmalıyım” fikrine kilitlenmişlerdir. Kuzey Kutup Bölgesi’ndeki çakıllı bir sahilde, diğer Kutup sumrularıyla buluşmaları, başarıyla yumurtlayıp, yavruların büyütüleceği uygun yer, zaman ve koşulları bulmaları bu geri dönüş yolculuğunda duraklamalarına izin vermez. Bu örnekte dikkat çekildiği gibi, Kutup sumrusunun hayranlık uyandıracak bir şekilde sadece verilen görevi yerine getirme ve amaca hizmet etme konusundaki itaati Yüce Allah’ın tüm canlılar gibi bu kuşları da denetimi altında tuttuğunun en güzel kanıtlarındandır. Kuşların farklı koşullar altında kolaylıkla ilgi gösterecekleri besin kaynağına tepkisiz kalmalarının nedeni budur. Kuran’da bu gerçeğe şöyle dikkat çekilir:

“...O’nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur...” (Hud Suresi, 56)

“S” Şeklindeki Rotanın Amacı

Büyük kıyı kuşları 5.000 km’lik bir yolculuğa yetecek kadar yedek yağ taşıyabilirler ve bu yüzden de daha düz bir rota izleyebilirler. Ancak Kutup sumru kuşu gibi küçük bir kuş, yağı büyük kuşlar kadar, depolayamaz. Bu nedenle farklı bir uçuş rotası çizerek enerji tüketimi açısından tasarruf sağlamayı amaçlar. Bu kuşlar kuzeye, evlerine doğru geri uçarken geliş yollarını takip etmek yerine, “S”şeklinde bir rota izlerler. Ancak bu şekildeki bir rota ile yollarını binlerce km uzatarak yolculuklarını iki kat daha uzatırlar. Fakat kuşların bu şekilde uçmalarının oldukça hikmetli bir açıklaması vardır. Kuşların dönüş yolunda bu değişikliği yapmasının nedeni Atlantik Okyanusu üzerindeki hakim rüzgarlardan faydalanarak enerji tüketimini daha aza indirmek ve enerjilerini düz bir yolculuktan harcayacaklarından daha verimli kullanmaktır. Bu kuşların bir hesap makinaları, uçtukları mesafeyi ölçen aletleri yoktur. Hakim rüzgar yönünü takip ederek rüzgarın itme gücünden faydalanarak daha az enerji harcayacakları bilgisine de sahip değildirler. Fakat yine de uzun ve zahmetli göç yolculuklarını kusursuz bir şekilde çok üstün akıl örnekleri ve teknikler kullanarak başarırlar. Elbette bu başarıyı yaratan üstün akıl sahibi Yüce Allah’tır. Kutup sumru kuşları, Kuran’da bildirildiği gibi, Rabbimiz’in yaratışındaki ihtişamı ve ilhamıyla hareket ederek hayranlık uyandırıcı göçlerini başarıyla tamamlarlar:

“Göklerde ve yerde bulunanlar O’nundur; hepsi O’na ‘gönülden boyun eğmiş’ bulunuyorlar.” (Rum Suresi, 26)

Yön Bulmadaki Kusursuzluk

Kutup sumru kuşları asıl yerleşim alanları olan Kuzey Kutbundan güneye doğru göç etmeye başladıklarında yapılan araştırmalar kuşların yarısının Güney Amerika üzerinden, diğer yarısının Afrika sahili boyunca güneye uçup, sonra hepsinin birlikte aynı yol üzerinden kuzeye döndüğünü göstermektedir. Kuşlar Güney Kutbu’na uçarken beslenmek amacıyla yolları üzerinde konaklayacakları adaların da nerede bulunduğunu bilirler. İnsanlar ise oldukça zayıf bir yön duyusuna sahiptir. Ne kadar iyi tarif edilirse edilsin, her zaman şaşırma, kaybolma riski vardır. Bu riski azaltmak için yol gösterici tabelalar yapılır, sokak ve caddeler isimlendirilir, çeşitli araçlardan faydalanılır. Oysa, göç eden tüm canlılar gibi Kutup sumru kuşlarının da böyle bir imkanları yoktur, zaten bu kuşların bu tür yardımlara ihtiyacı da yoktur. Kuşlar gidecekleri ve dönecekleri yeri daha önce görmüş gibi rahatlıkla, şaşırmadan bulabilirler. Kuşkusuz, Kutup sumru kuşlarının gidip dönecekleri yolları ve yönlerini kolayca bulmaları herşeyi eksiksiz özelliklerle yaratan göklerin ve yerin Rabbi Yüce Allah’n dilemesiyle gerçekleşir.

Herşeyin Sahibi ve Melekutu (hükümranlık ve mülkü) Olan Allah Çok Yücedir

Kutup sumru kuşlarının göç davranışları üzerinde biraz düşünüldüğünde, bu canlıların üstün bir akıl ve kudret sahibi Yüce Allah tarafından yönlendirildikleri kolayca görülür. Göç ederken binlerce kilometre mesafeyi, hiçbir yol göstericisi, hiçbir vasıta olmadan katederler. Bunun önemi, hava koşulları ve iklim değişiklikleri dikkate alındığında ve katedilen mesafeler bu küçük canlının vücut ölçüleri ile kıyaslandığında daha da çarpıcı boyutlara ulaşır. Bu kuşlar, kendi vücut yapıları ve yaşam şekilleri nasıl bir göç şekline izin veriyorsa o düzende göç ederler.

Küçücük bir canlının böyle tehlikeli ve uzun yolculuklara kalkışması, bu yolculuğunda kendisine güç sağlayacak şekilde, bulunduğu bölgede henüz yiyecek kaynakları azalıp tükenmeden onları yakıt olarak depolaması, yön bulma teknikleri, enerjisini boşa harcamamak için rüzgar yönüne göre bir göç yolu belirlemesi, her göç döneminde programlanmış bir şekilde yolculuğa çıkması ve göç sırasındaki kararlılığı tüm bu planın Yüce Allah’ın yaratmasının delillerinden biri olduğunu göstermektedir. Yüce Allah canlıları yaratmıştır ve her türe nasıl yaşaması gerektiğini “ilham” etmiştir. “Göğün boşluğunda boyun eğdirilmiş (musahhar kılınmış) kuşları görmüyorlar mı? Onları (böyle boşlukta) Allah’tan başkası tutmuyor...” (Nahl Suresi, 79) ayetiyle de işaret edildiği gibi, bu canlılardaki üstün yetenekler, sergiledikleri bilinçli ve akılcı davranışlar bizlere Rabbimiz’in tüm kainat gibi kuşlar üzerindeki hakimiyetini de göstermektedir. Canlılardaki göç hareketi de, Yüce Allah’ın onlara bir ilhamıdır:

“Herşeyin melekutu (hükümranlık ve mülkü) elinde bulunan (Allah) ne Yücedir. Siz O’na döndürüleceksiniz. (Yasin Suresi, 83)

Yakıt noktası

Antartika

Kuşlar yola çıktıktan sonra (sarı çizgi), beslenmek için Kuzey Atlantik’te kısa bir mola veriyorlar ve sonra uzun ve zorlu yolculuklarına başlıyorlar. Antarktika son noktalarını (kırmızı daire) oluşturuyor. Eve dönerken de (turuncu çizgi), rüzgarları takip ediyorlar.

Kutup sumru kuşları güney yarımkürede saatin aksi yönünde, kuzey yarımkürede ise saat yönünde hareket ederler ve eve dönüş yolunda Atlantik okyanusunun ortasında dev bir ‘S’ şekli çizerek ilerlerler. Böyle yaparak binlerce km daha fazla uçmalarına rağmen düz bir çizgi üzerinde uçacaklarından daha az enerji harcarlar.

sitemiz kez ziyaret edilmiştir.






http://haberanatomi.blogspot.com/