]]>

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Putperesliğin Geri Dönüşü: Faşizm

Geçmişte, Almanya, İngiltere gibi faşist eğiten ve sonra kendi eğittiği faşistlerle mücadele etmek için çırpınan devletler büyük bir çelişki içine düşmülerdir. Bu, zehirli yılanları dev çiftliklerde besleyip, sonra bunları insanların arasına atıp, yılanlar insanları öldürmeye başlayınca da, "bunlar neden insanları öldürüyor?" diyerek, tek tek yılanları toplayıp mücadele ettiğini söylemek gibi bir çelikidir. Bir yandan zehirli yılan üretip bir yandan da "iyi takip ve iyi bir yakalama yöntemi ile bunları insan- ların arasından ayıklayacağız" demek, bir saçmalıktır. Çözüm, yılanların üretildiği çiftliği yok etmektir.

Faşizm, 20. yüzyılda doğmuş ve yayılmış bir ideoloji olarak bilinir. I. Dünya Savaşı'nın hemen ardından dünyada hızla yayılmış, insanlar faşist yönetimlerin iktidarı ele geçirdiği ülkelerdeki baskıcı ve şiddet yanlısı uygulamalar yüzünden çok büyük acılar çekmişler ve görülmemiş vahşetlere maruz kalmışlardır.

Faşist Kültürün Pagan Kökenleri

19. yüzyıl Avrupasında temelleri atılan çağdaş faşizm, insanlara din tarafından öğretilen güzel ahlaka karşı çıkan ve bunun yerine paganların ırkçı, kan dökücü, zalim kültürünü yeniden uyandırmak isteyen ideologların bir ürünüdür. Fransız Devrimi ile başlayan neo-pagan akım, Friedrich Nietzsche ile şekillenmiş ve oradan da Nazi ideolojisine aktarılmıştır. Charles Darwin, Francis Galton ve Ernst Haeckel gibi evrimciler ise, Allah'ın varlığını inkar ederek, tüm hayatı bir "yaşam mücadelesi" gibi göstererek ve ırkçılığı meşrulaştırarak, yükselen bu yeni putperestliğe sözde bilimsel bir destek vermişlerdir.

Hıristiyanlık öncesindeki Avrupa kültürünün en temel özelliği, pagan inançlara, yani çok-tanrılı dinlere sahip olmasıydı. Avrupalılar, ibadet ettikleri bu sahte ilahların kendilerine hayatın farklı yönlerinde yol gösterdiğine ve yardım ettiklerine inanıyorlardı. Bunların en önemlileri arasında ise, hemen her pagan toplumda sözde savaş tanrıları yer alırdı. Pagan inancında savaş tanrılarına gösterilen bu rağbet, bu kültürde şiddetin kutsal görülmesinin bir sonucuydu. Pagan kavimler birer barbar toplumuydular ve daimi bir savaş atmosferi içinde yaşıyorlardı. Kavim adına öldürmek, kan dökmek, kutsal bir görev sayılıyordu.
Şiddetin ya da vahşetin hemen her türü, pagan dünyasında kendisine meşru bir yer bulabiliyordu. Şiddeti yasaklayan, bunun yanlış olduğunu açıklayan hiçbir ahlaki kaynak yoktu. Pagan dünyasının en "medeni" devleti sayılan Roma bile, insanların vahşi hayvanlara parçalatıldıkları ya da ölümüne dövüştürüldükleri arenaların diyarıydı. Ayrıca Vandallar, Gotlar, Vizigotlar gibi Kuzeyli barbar pagan kavimler çok daha vahşiydiler. Yalnızca kaba kuvvetin geçerli olduğu, bu kuvvetin her türlü kullanımının ahlaki sayıldığı, hatta ciddi bir ahlak kavramının bile olmadığı bir dünyaydı “Pagan Dünyası”...


Faşizmin Din Ahlakı Karşısındaki Geri Çekilişi

Avrupa'ya hakim olan faşist-pagan kültür, 2. ve 3. yüzyıllarda Hıristiyanlığın önce Roma'ya sonra da tüm Avrupa'ya yayılmasıyla birlikte kademeli olarak ortadan kalktı. Hıristiyanlık, her ne kadar önemli tahrifatlara uğramış da olsa, Hz. İsa'nın insanlara tebliğ ettiği hak dinin temel ahlaki özelliklerini Avrupa toplumlarına taşıdı. Daha önceden şiddeti, çatışmayı, kan dökmeyi kutsal ve meşru sayan, sürekli birbiriyle çatışan farklı kabilelerden, ırklardan, şehir devletlerinden oluşan Avrupa, üç önemli değişim geçirdi:


  • Irkçılık ve kabile savaşları ortadan kalktı:
  • Şiddet yerine barış ve merhamet kavramları kutsal hale geldi:
  • İnsanı bir hayvan türü olarak gören anlayış ortadan kalktı


Bu üç maddede belirtilen gelişmeler, paganizmin temel eğilimlerinin Hıristiyanlık tarafından yenilgiye uğratılması ile sağlanmıştı.

Faşizmin Doğuşu ve Neo-Paganizm

Avrupa'daki pagan kültürü Hıristiyanlık tarafından bastırılmasına rağmen ölmemiştir. Çeşitli öğretilerle, bazı tarikatlarla, masonluk gibi gizli örgütlerle yaşamaya devam etmiş ve Avrupa tarihinin 16. ve 17. yüzyıllarında yeniden belirgin bir biçimde ortaya çıkmıştır. Neo-paganizm, yani yeni-paganlık denebilecek olan bu akım, çok uzun bir süreç sonucunda giderek güçlenmiş ve 19. yüzyılda da Hıristiyanlığa karşı üstün gelerek Avrupa'yı fikren etkisi altına almıştır.

Neo-paganizmin ilk öncüleri, "Hümanistler" olarak bilinen düşünürlerdir. Bu kişiler, eski Yunan kaynaklarından etkilenerek Platon, Aristo gibi düşünürlerin pagan felsefelerini benimsemiş ve yaymaya çalışmışlardır. "Hümanizm" kavramıyla ifade ettikleri inanış ise, Allah'ın varlığını ve insanın Allah'a karşı sorumluluğunu göz ardı eden, insanı tek başına üstün ve yüce bir varlık olarak tarif eden sapkın bir felsefedir. Hümanizm'in etkileri 17. ve 18. yüzyılda ortaya çıkan Aydınlanma felsefesiyle daha ileri boyutlara varmıştır. Aydınlanma felsefecileri, eski Yunan'da gelişmiş bir felsefe olan materyalizmi benimsemişler ve hararetle savunmuşlardır (Materyalizm, Leucippus ve Democritus gibi Yunan düşünürleri tarafından ortaya atılan, herşeyi maddeden ibaret sayan dogmatik bir felsefedir.)

Paganizmin yeniden doğuşu, Aydınlanma felsefesinin siyasi sonucu olarak kabul edilen Fransız Devrimi'nde çok belirgin bir şekilde ifade edilmişti. Fransız Devrimi'nin kanlı "terör" dönemine liderlik eden Jakobenler, Hıristiyanlık yerine paganizmi benimsiyor ve Hıristiyanlığa karşı da büyük bir nefret körüklüyorlardı. Devrimin en ateşli günlerinde Jakobenlerin yoğun propagandası sonucunda yaygın bir "Hıristiyanlıktan çıkma" hareketi gelişti. Bu gelişmenin çarpıcı bir sonucu olarak, ünlü Notre Dame Kilisesi'nin duvarlarındaki Hıristiyan figürleri sökülmüş ve orta yere sözde "akıl tanrıçası" olarak tanımlanan bir kadın heykeli, yani pagan bir put yerleştirilmişti. Bu pagan eğilim, devrimciler tarafından çeşitli sembollerle de ifade ediliyordu. Fransız devriminde devrimci muhafızlar tarafından giyilen ve pek çok illüstrasyonda devrimin sembolü olarak kullanılan kırmızı başlık, pagan dünyasındaki Mitra efsanesinden miras kalan putperest bir semboldü (Michael Howard, The Occult Conspiracy: The Secret History of Mystics, Templars, Masons and Occult Societies, 1989, s. 23)

Pagan kültürünün bu şekilde yeniden doğması ve Avrupa'ya fikren hakim olmaya başlaması, pagan dünyasına ait bir sistem olan faşizmin de yeniden doğuşunun yolunu açıyordu. Nitekim Nazi Almanyası, bu pagan kültüre dayanacaktı. Ancak 18. yüzyıl sonundaki Fransız Devrimi'nden 20. yüzyıl başındaki Nazi Almanyası'na gitmek için, bazı önemli kültürel değişiklikler gerekiyordu. Bu değişiklikler 19. yüzyıldaki bazı düşünürler tarafından gerçekleştirildi. Bunların en önemlisi, Charles Darwin'di.

Darwinizm ve Pagan "Evrim" Hurafesinin Canlanması

Pagan dünyasına ait olan, ancak 18. ve 19. yüzyılda yeniden Avrupa'ya taşınan batıl inançların en önemlisi, tüm canlıların tesadüfler sonucunda ve birbirinden türeyerek oluştuklarını öne süren "evrim teorisi"ydi. Allah'ın varlığının farkında olmayan, bunun yerine kendi uydurdukları sahte ilahlara tapınan paganlar, canlıların ve insanın nasıl oluştuğu sorusuna "evrim" diye cevap vermişlerdi. Kısacası Darwinizm'in iki temel unsurundan biri, yani canlıların tesadüflerle birbirlerinden türedikleri varsayımı, doğrudan pagan felsefesinin ürettiği bir iddiaydı. Darwin'in teorisinin ikinci önemli unsuru olan "yaşam mücadelesi" kavramı da yine pagan bir inanıştır. Doğadaki canlılar arasında bir yaşam savaşı olduğu tezini ilk öne sürenler Yunan felsefecilerdir.

Pagan düşünürler tarafından, deneye ve gözleme değil, soyut akıl yürütmeye dayanılarak ortaya atılan evrim fikri, 18. yüzyıl Avrupası'nda yeniden yankı bulmuştu.

Darwinizm'in Faşizme Oluşturduğu Zemin

Sümer ve Yunan paganlarından miras kalan "Evrim" efsanesi, Charles Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabıyla Batı dünyasının gündemine geldi. Darwin, bununla ve daha sonra yayınlanacak olan İnsanın Türeyişi isimli kitabıyla, Hıristiyanlıkla birlikte Avrupa'dan silinmiş olan bazı pagan kavramları yeniden gündeme getiriyordu. Hem de bunları "bilim" kılıfı içinde meşrulaştırıyordu. Darwinizm'in meşrulaştırdığı -ve sonradan faşizmin doğuşuna zemin hazırlayacak olan- pagan kavramlar, şöyle sıralanabilir. Darwinizm;


Doğal seleksiyon, yaşam mücadelesi ve kayırılmış ırkların korunması kavramlarıyla ırkçılığa meşruiyet kazandırıyordu.

Doğada ölesiye bir yaşam mücadelesi olduğunu iddia ederek kan dökücülüğe meşruiyet kazandırıyordu:

İnsan katliamına yolaçan biyolojik ıslah (öjeni) kavramını yeniden gündeme getiriyordu.


... Darwinist doktrinler gücü, statüyü, elitizmi, saldırı ve
zorbalığı onayladı. Kültürler, cinsiyetler, sınıflar ve ırklar arasındaki farklılıklar, insanın ayıklanma mücadelesinde sabit biyolojik ayrımlara indirgendi. Darwin'in savaş modeli, savaşları ve emperyalist mücadeleyi "biyolojik bir gereklilik" olarak göstererek askeri ve ırkçı uygulamaları haklı çıkardı (Paul Crook, Darwinism, War and History: The Debate over the Biology of War from the `Origin of Species' to the First World War, 1994, s. 6)

Darwin, "Türlerin Kökeni"ni çatışma ve savaş olarak göstermiş ve insanların da hayvanlardan evrimleşmiş bir "tür" olduğunu ileri sürmüştü. Bu aldatmaca, savaş çığırtkanlığının, kan dökme ideolojisinin, kısacası faşizmin çığ gibi büyümesine neden olacaktı.

Nazi Almanyası: Neo-Paganizm Uygulaması

Amerikalı tarihçi Gene Edward Veith, Modern Fascism: Liquidating the Judeo-Christian Worldview (Modern Faşizm: Hıristiyan-Yahudi Dünya Görüşünün Yok Edilmesi) başlıklı kitabında faşizmi şöyle özetler: "Faşizm, modern dünyanın paganizme duyduğu özlemdir. Faşizm, bir kültürün Allah'a olan isyanıdır (Gene Edward Veith, Modern Fascism : Liquidating the Judeo-Christian Worldview, 1993) ."

Nazizm, bu gerçeği çok açık bir şekilde ortaya koymuştur. Naziler, gerek örgütlenme aşamalarında, gerekse 1933'te başlayan iktidarları boyunca, paganizmi savunmuşlar ve Alman toplumunu Hıristiyanlıktan kopararak, pagan inançlara geri döndürmeye çalışmışlardır. Nazi iktidarı sırasında, pagan kültürünün yeniden uyandırılmasına yönelik pek çok uygulama devreye sokulmuştur. Öğrencilere okullarda sözde "Hıristiyanlık öncesindeki şanlı Alman tarihi" öğretilmiş, Nazi Almanyası'nın dört bir yanında pagan kültürden miras kalan çeşitli ayinler ve törenler düzenlenmiştir. Gerçekte Nazilerin bütün toplantı ve törenleri klasik bir pagan ayini şeklindedir. Yanan meşalelerin gölgesinde, şiddet ve nefret dolu sloganlarla yapılan, Wagner'in pagan müziğiyle desteklenen Nazi gösterileri, binlerce yıl önce pagan tapınaklarında ve sunaklarında yapılan sapık törenlerden farksız gibidir. II. Dünya Savaşı'da 55 milyon insanın ölümüne neden faşizm günümüzde ise özellikle Ortadoğu, Latin Amerika ve Afrika ülkelerinde yaygın bir rejim olarak, Batı dünyasında ise giderek güçlenen ırkçı eğilimlerle ve neo-Nazi örgütlerle karşımıza çıkmaktadır. Adı tam olarak koyulmasa da aslında dünyanın pek çok ülkesinde perde arkasında yaşanan rejim faşizmdir. Faşist kültür, bir yandan da pek çok ülkede "sokaklara" yayılmakta, şiddetten ve kan dökmekten hoşlanan barbar kitleler meydana getirmektedir. Bu nedenle, tüm dünya çapında "faşizme karşı bir mücadele" gerekmektedir (Harun Yahya, Darwinizm'in Kanlı İdeolojisi Faşizm)

Ancak temelinde; paganizm, Darwinist "çatışma" kavramı ve Darwinist ırkçılık olan faşizmi yenmek için, öncelikle ona fikri temel oluşturan Darwinizm'i anlamak gerekmektedir. Oysa sistem aksi yönde işlemekte, birçok Batılı devlet, kendi okullarında Darwinist bir eğitim vererek faşistleri kendi elleriyle imal etmektedirler. Dolayısıyla Almanya, İngiltere gibi faşist eğiten ve sonra kendi eğittiği faşistlerle mücadele etmek için çırpınan devletler büyük bir çelişki içindedirler. Zehirli yılanları dev çiftliklerde besleyip, sonra bunları insanların arasına atıp, yılanlar insanları öldürmeye başlayınca da, "bunlar neden insanları öldürüyor?" diyerek, yılanları toplayıp mücadele ettiğini söylemek gibi bir çelişkidir bu. Bir yandan zehirli yılan üretip bir yandan da "iyi takip ve iyi bir yakalama yöntemi ile bunları insanların arasından ayıklayacağız" demek, bir saçmalıktır. Çözüm, yılanların üretildiği çiftliği yok etmektir.

Faşizmin ortadan kaldırılması için, bu ideolojinin sözde bilimsel temeli olan Darwinizm çürütülürken, bir yandan da insanlara sevgi, şefkat, merhamet, tevazu, hoşgörü, adalet gibi temel ahlaki kavramların öğretilmesi ve aşılanması gereklidir. Bu kavramların kaynağı ise yüce kitabımız Kuran'-ı Kerim'dir. Faşizmin temeli olan pagan ahlak insanlara savaşı, şiddeti, kan dökmeyi, ırkçılığı telkin ederken, Allah'ın bizler için belirlediği Kuran ahlakı, barış ve huzur dolu bir dünyanın temellerini tesis etmektedir.

Umulur ki bu gerçekleşecek ve Allah'ın "...yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek fazilet sahibi kişiler bulunmalı değil miydi?" (Hud Suresi, 116) ayetiyle işaret ettiği Kuran ahlakına sahip müminler, dünyadaki faşist bozgunculuğu 21. yüzyılda Allah'ın izniyle bertaraf edeceklerdir.



sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

28 Ağustos 2011 Pazar

Işığın Bilinmeyen Özellikleri



Acaba bizim için dünyayı, daha doğrusu yaşadığımız her yeri görünür kılan ışığın özellikleri nelerdir? Bu soruya yanıt bulmak isteyen bilim adamları, yıllar süren araştırmalar yapmış olmalarına karşın, tam ve net bir sonuca ulaşamamışlardır.

Işık konusunda tartışılan temel nokta, ışığın foton adlı parçacıkların oluşturduğu bir katar şeklinde mi, yoksa dalgalar halinde mi yayıldığıdır. Kaba bir benzetmeyle ışık, bir yerden bi yere, bilardo topları gibi mi, yoksa sahile vuran dalgalar gibi mi hareket etmektedir?

Işık, bazen tıpkı havuza atılan bir taşın su yüzeyinde oluşturduğu dalgalanmalar gibi yayılmakta, bazen de sanki maddi parçacık özelliği taşımakta ve pencere camına vuran yağmur damlaları gibi aralıklı darbeler halinde gözlenebilmektedir. Bu ilginç durum sadece ışık için değil, atomun temel parçacıklarından biri olan elektron için de geçerlidir. Elektron da hem parça, hem de dalga özelliği gösterebilmektedir.

Bu durum, bilim dünyasında akla yeni sorular getirmiştir. Bu sorular, ünlü Kuramsal Fizik Profesörü Richard P. Feynman'ın şu sözleriyle açıklık kazanmaktadır:

"Elektronların ve ışığın nasıl davrandıklarını artık biliyoruz. Nasıl mı davranıyorlar? Parçacık gibi davrandıklarını söylersem yanlış izlenime yol açmış olurum. Dalga gibi davranırlar desem, yine aynı şey. Onlar kendilerine özgü, benzeri olmayan bir şekilde hareket ederler. Teknik olarak buna "kuantum mekaniksel bir davranış biçimi" diyebiliriz. Bu, daha önce gördüğünüz hiçbir şeye benzemeyen bir davranış biçimidir... Bir atom, bir yayın ucuna asılmış sallanan bir ağırlık gibi davranmaz. Küçücük gezegenlerin yörüngeler üzerinde hareket ettikleri minyatür bir güneş sistemi gibi de davranmaz. Çekirdeği saran bir bulut veya sis tabakasına da pek benzemez. Daha önce gördüğünüz hiçbir şeye benzemeyen bir şekilde davranır. En azından bir basitleştirme yapabiliriz: Elektronlar bir anlamda tıpkı fotonlar gibi davranırlar; ikisi de "acayiptir", ama aynı şekilde. Nasıl davrandıklarını algılamak bir hayli hayal gücü gerektirir; çünkü açıklayacağımız şey bildiğimiz her şeyden farklıdır."

Bilim adamları, elektronların bu hareketini hiçbir şekilde açıklayamadıkları için, buna yeni bir isim takmışlardır: "Kuantum Mekaniksel Hareket". Bu noktada görülen mükemmelliği, yine Profesör Feynman, "…kendinize sürekli 'Ama bu nasıl olabilir?' diye sormayın; çünkü çabanız boşunadır; şimdiye kadar hiç kimsenin kurtulamadığı bir çıkmaz sokağa girersiniz. Bunun neden böyle olabildiğini hiç kimse bilmiyor" sözleriyle dile getirmektedir.

Ancak, Feynman'ın bahsettiği "çıkmaz sokak", aslında 'çıkmaz' değildir. Burada bazılarının bir türlü işin içinden çıkamamalarının sebebi, ortadaki açık delillere rağmen, bu inanılmaz sistemleri ve dengeleri yaratan üstün ilim sahibi Allah'ı gerektiği gibi tanıyıp takdir edememeleridir. Halbuki, durum son derece açıktır: Allah evreni yoktan var etmiş, kusursuz dengelere dayalı ve örneksiz olarak yaratmıştır. İçinden bir türlü çıkamadıkları, kavrayamadıkları, bilim adamlarının her fırsatta "Ama bu nasıl olabilir?" diye kendi kendilerine sordukları sorunun cevabı; her şeyin Yaratıcısı'nın Allah olduğu ve her şeyin O'nun yalnızca "OL" demesiyle var olduğu gerçeğinde yatmaktadır. Allah bu kesin gerçeği bir Kuran ayetinde şöyle bildirir:

"Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) Yaratan'dır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir." (Bakara Suresi, 117)

Işığın hem parçacık hem de dalga özellikleri göstermesi, teknoloji açısından hayati bir öneme sahiptir. Görülür ışığı oluşturan renk renk ışıklar, farklı dalga boylarına sahiptir. Bu ışıkların dalga boyları santimetrenin milyonda 75'i ile 39'u arasında değişir. (Harun Yahya, Yeşil Mucize Fotosentez)

20. Yüzyılın tanınmış bilim a-damlarından Isaac Asimov, ışığın dalga boylarındaki bu hassas ayarın önemini şöyle açıklar:

"Dalga boylarının kısa olması oldukça önemlidir. Işık dalgalarının düz çizgi yolu boyunca seyretmesi ve keskin gölgelere yol açmaları çevremizdeki olağan cisimlerden daha küçük oluşlarındandır. Karşılarına çıkan cisim, dalga boyundan daha büyük olmadığı takdirde, o cisimlerin çevresini dolaşıp içine alabilir. Örneğin, bakteriler bile ışığın bir dalga boyu uzunluğundan çok daha büyüktürler; böylece, ışık onları mikroskop altında keskin biçimde belirler."

Işığın, dalga özelliğine ek olarak parçacık özelliği göstermesi, teknolojide faydalanılması noktasında hayati bir öneme de sahiptir. Dalga hareketi hep belirli bir ortam içinde gerçekleşir. Mesela, sesin yayılabilmesi için havanın varlığı şarttır. Ses boşlukta yayılmaz. Eğer ışık da hep dalga özelliği gösterseydi; Güneş'ten kaynaklanan ışıklar uzayda ilerleyemeyecek ve tüm evren karanlığa gömülecekti; yaşam olmayacaktı. Ancak alemlerin Rabbi Allah yarattığı herşeyi varlıkların ihtiyaçlarına en uygun şekilde varetmiştir.



sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Derimizdeki Alıcılar Nasıl Çalışıyor?

İnsan, üzerinde sürekli cildiyle temas halinde olan giysilerle muhataptır. Ama onları her an hissetmez. Gece yatarken üzerine çektiği yorganın, koluna taktığı saatin ya da oturduğu koltuğun kendisiyle temas halinde olduğunu da sürekli olarak algılamamaktadır. Bunun önemli bir sebebi vardır. İnsan derisindeki alıcılar belirli bir süre sonra beyne, cilde temas eden madde ile ilgili sinyalleri göndermeyi durdururlar. İnsan cildi, kendisiyle temas halinde olan maddeye karşı alışkanlık kazanır ve onunla ilgili his sinyallerini zamanla iletmemeye başlar.

Bu, harika bir sistem ve mükemmel bir detaydır. İnsan, çoğu zaman böyle bir detayın farkında bile değildir ama, herhangi bir rahatsızlık duymadan yaşaması bu mükemmel sistemin kusursuz şekilde çalışması ile mümkün olur.
Vücuttaki bu "alışma" mekanizması olmasaydı giyinmek gibi sıradan bir olay insan için büyük bir sıkıntı haline gelirdi.

İnsanın üzerindeki giysileri sürekli olarak hissetmesi bir eziyete dönüşür, ayrıca dokunduğu diğer şeylerden gelen sinyalleri almakta da güçlük çekerdi. Dikkati sürekli, giydiği çorabın bileğini ne kadar sarıp sıktığını, saatin sürekli bileğinde hareket ettiğini düşünmek gibi konularda olabilirdi. Bu nedenle kişi rahat uyuyamaz, dinlenemezdi. Hayatı bu sıkıntı verici detaylardan dolayı oldukça zorlaşırdı.

(Allahvar.com)

Hissetmenin bir nimet olması gibi, hissin zamanla kaybolması da insana sunulmuş büyük bir nimettir. Tek bir detay, bir insan yaşamını kolaylaştırmakta, onun rahat yaşamasına vesile olmaktadır. Evrimcilerin hayali mekanizmalarının, insan bedeninin neye ihtiyaç duyduğunu belirleyecek bir bilinci yoktur. Bu nimeti insana sunan, varlığı tüm varlıkların bütün ihtiyaçlarına Kafi olan Yüce Allah'tır.

"Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah'tandır, sonra size bir zarar dokunduğunda (yine) ancak O'na yalvarmaktasınız." (Nahl Suresi, 53)

sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

26 Ağustos 2011 Cuma

Cam Tavanda Yürüyebilen Gekolar

Buzun üzerinde veya ıslanmış kaygan zeminlerde hiç düşmeden, hatta ayağınız bile kaymadan koşarak ilerleyebilmek…

Bunlar, ancak “Örümcek Adam” gibi fantastik bilimkurgu filmlerinde karşımıza çıkan olağanüstü yeteneklerdir. Ne var ki yeryüzünde, milyonlarca yıldır bunu büyük bir ustalıkla yapabilen, her türlü zemin üzerinde düşmeden yürüyebilen canlılar vardır. Bunlardan bir tanesi de cam tavanlarda bile yürüyebilen gekodur.

(Darwinizmdini.com)

Geko adlı bir kertenkele türü, tek parmağı ile bir yüzeye asılı kalabilir veya camdan bir tavanda, baş aşağı yürüyebilir. Gekonun parmak uçları, “setae” adı verilen özel bir doku ile kaplıdır. Bu dokuda, kıl benzeri uzantılar yer alır ve bu uzantıların uçları da yüzlerce mikroskobik uca ayrılır.4 Her bir ucun kalınlığı milimetrenin beş binde biri kadardır.

Gekonun ayağındaki milyonlarca mikroskobik uç, değdikleri yüzeydeki atomların çekim kuvvetini kullanarak o yüzeye bir tutkal gibi yapışır. Bu durum, kuantum fiziğinde “Van Der Waals Kuvveti” olarak adlandırılmaktadır. Aklı ve şuuru olmayan bir kertenkelenin ancak son yüzyılda keşfedilen atomu ve onun çekim gücünü bilmesi, kendisini onu kullanabilecek sistemler ile donatması elbette sonsuz ilim sahibi Yüce Allah’ın yaratma sanatıdır. Yüce Allah bu gerçeği bir ayette şöyle haber verir:

“O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, ‘şekil ve suret’ verendir. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 24)

sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

25 Ağustos 2011 Perşembe

Kürkleri Sayesinde Vücut Sıcaklıklarını Koruyabilen Kutup Ayıları

Allah kutup ayılarını özellikle soğuk ortamda yaşamak üzere yaratmıştır. Kutup ayılarının muazzam özelliklerinden bazıları şunlardır:

- Yetişkin bir kutup ayısı, ortalama 2.5 metre boyunda ve 800 kg ağırlığındadır. Ayakları buzda yürümeye en elverişli yapıdadır. Parmaklarının arasındaki oyuklar, buz yüzeyini vakum etkisiyle kolayca kavramasını sağlar. Böylece buz üzerinde uzun mesafeleri kaymadan kolaylıkla yürüyebilir.

- Parmaklarının arasındaki ağımsı yapı, suyun içinde kolayca yüzebilmesini sağlar. Böylece saatte 10 kilometre hızla yüzebilir ve 100 kilometre gibi bir mesafeyi dinlenmeden kat edebilir.

- Kutup ayısının tüyleri beyaz görünmesine rağmen aslında şeffaftır. Fiberoptik özellikteki bu tüyler ısı kaybını önlerken, güneş ışınlarının sıcağını alttaki siyah renkli kürke kadar iletir. Kürkünün hemen altında ise 10 cm kalınlığında bir yağ tabakası bulunur. Böylece kürkü kutup ayısını soğuk dış ortamdan tamamen yalıtmış olur.

- Kutup ayısının kürkü yüzmeye de elverişlidir. Suyun içindeyken tüyler bir araya gelerek birbirine yapışır ve kutup ayısı su geçirmez yumuşak bir dalış elbisesi giymiş gibi olur. Kutup ayısı kürkünün bu özellikleriyle 37 derece olan vücut sıcaklığını, suyun içinde ya da üstünde olsun, uzun süre koruyabilmektedir.

Hatta üşümenin aksine, vücudunun aşırı ısındığı zamanlar bile olur. Bu nedenle, çoğu zaman kutup ayıları hararetlerini gidermek için vücutlarını buza sürterler.

- Kutup ayısının burnu oldukça hassastır. Öyle ki 30 km ötedeki bir fokun kokusunu bile rahatlıkla duyar.

Buzdan bir dünyada, hayatından oldukça memnun yaşayan kutup ayılarının sırrı, onların bu koşullara uygun olarak yaratılmış olmalarıdır. Yüce Allah her canlıyı olduğu gibi, kutup ayısını da ihtiyaçları doğrultusunda en mükemmel özelliklerle yaratmıştır.


sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Müminler Insanlara Göre Değil Kuran'a Göre Ahlaklarını Geliştirirler

Kuran’da iyilikler ve kötülükler birbirinden apaçık ayrılmıştır. Allah ayetlerde sürekli olarak insanlara iyiliği, güzel davranışlarda bulunmayı emreder. Kötülüğe iyilikle karşılık verilmesini, af yolunun benimsenmesini, haklı olunsa dahi haktan feragat etmenin daha hayırlı olacağını, bunun gibi pek çok güzel ahlak özelliğini tarif etmiştir. Bir ayette Allah iyilikle kötülüğün eşit olmayacağını buyurmuştur (Fussilet Suresi, 34). Herşey insanın ahireti açısından bir deneme konusudur. İman eden bir kişinin üzerine düşen sabır göstermektir. Şuurlu, berrak bir akılla konuları değerlendirip bunların bir deneme konusu olduğunu akıldan çıkarmamak Müslüman bilincinin bir göstergesidir.

İnsan kendi kendine “ama bu konu farklı, şu konu farklı” gibi değerlendirmelere girerse çok yanılır. Küçük büyük diye bir konu yoktur. Herşey bir bütündür. Ve Müslümanın hayatı boyunca sınandığı temel konulardan bir tanesi Allah rızası için güzel ahlakı göstermek, nefisten yana değil, Allah’tan yana nefse karşı tavır almaktır. Ömrü boyunca, üzerine düşen sorumluluk, Müslümanca, Allah’ın beğeneceği düşünce ve tutum üzerinde olmak, Kuran’a uymaktır.

İnsan, hayatı içerisinde bir sürü insan karakteriyle karşılaşır. Hepsi birbirinden farklıdır. Kuran’da Allah’ın tarif etmiş olduğu pek çok karakter vardır. Müşrikler, münafıklar, fasıklar, müminler... Her insan bir değildir. Allah korkusunun derecesine bağlı olarak insanlar karakterlerini sergilerler. Ancak karşı taraftaki insanların ahlak yapıları samimi iman eden bir insanı asla etkilememelidir. Herhangi bir yanılgı içine düşürmemelidir. Bu konuyla ilgili bir ayette Allah şöyle buyurmaktadır:

Öyleyse sen sabret; şüphesiz Allah'ın va'di haktır; kesin bilgiyle inanmayanlar sakın seni telaşa kaptırıp-hafifliğe (veya gevşekliğe) sürüklemesinler. (Rum Suresi, 60)

Müslüman, asla başkalarını örnek alarak, onların yapmakta oldukları bir hataya ayak uydurmamalıdır. Bir insan Allah’a inandığını söyler, ancak kalbinde Allah korkusu zayıftır, eksiktir; bunu başkası bilemez. Ancak Allah bilir. Dolayısıyla eğer insan samimi iman ediyorsa, o zaman dosdoğru yol apaçık ortadadır. Başkalarının ahlakı kıyas olamaz.

Samimi Allah’tan korkup, iman eden insanın üzerine düşen, tavizsiz olarak Allah’ın razı olacağı davranışlarda bulunmaktır. Cahilce yapılan davranışlardan sakınarak, akıllı ve olgun bir tutumla, karşılaştığı rahatsız edici durumlar karşısında Allah’a tevekkül ederek sabır göstermektir. Çünkü Allah, “Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam'a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir.” (Araf Suresi, 199) diye emretmektedir.

Aklı başında, iman sahibi bir insanın tavırları her zaman eksikleri telafi eder nitelikte asil ve vakurdur. Başta, Allah’a olan derin bağlılığı, korkusu sebebiyle diğer insanların tavırlarına bakarak davranışlarını şekillendirmez. Ahireti açısından gücünün yettiği en güzel ahlakı gösterir ve her durumda, Allah’a tevekkül ile yönelir.

sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

23 Ağustos 2011 Salı

Boş Ve Yararsız Şeylerden Yüz Çevirmek Nasıl Olur? Neler "Boş Ve Yararsız"Dır?

"Boş ve yararsız şeylerden yüz çevirmek", insanın sadece Allah'ın rızasını kazanacağı davranışlarda bulunmasıyla mümkün olur. Mümin dünyada kendisine verilen süreyi çok iyi değerlendirmesi gerektiğini bilir. Çünkü bu dünyada yaptığı işler sonucunda ahirette sonsuza kadar konaklayacağı yer belirlenecektir. Bu yüzden her yaptığı işle ahirete yönelik bir hayır kazanmaya çalışır. Elbette her insan gibi konuşur, eğlenir, yemek yer, güler, düşünür, çalışır ama bunları yaparken aklında hep insanlara, dine menfaat sağlayacak hayırlı düşünceler vardır.


Bir müminin yaptığı her hareket bir amaç üzerinedir. Daima kendisine Allah'ın hoşnutluğunu en fazla kazandıracak işe yönelir. Bu konuyu şöyle örneklendirebiliriz: Araba motorlarının gücü hakkında sohbet etmek her insanın yapabileceği bir şeydir. Ancak bir mümin, yapması gereken daha aciliyetli işler varken, saatlerce bu konu üzerinde konuşmaz. Aynı şekilde bir mümin, yanında Allah'ın dinini anlatabileceği bir insan varken, onunla uzun süre bir spor karşılaşmasında hangi tarafın kazanacağı üzerinde de konuşmaz. Çünkü o anda öncelikli olan, o kişinin Allah'ın varlığını, büyüklüğünü, cennete layık olabilmek ve cehennemden sakınmak için neler yapması gerektiğini öğrenmesidir.

Kısacası mümin, dinin ve Müslümanların menfaatini ilgilendirmeyen konularda ne uzun süreli bir konuşmaya dalar, ne de bu konulara gereğinden fazla vakit ayırır. Dünyayla ilgili her konuda iyi bir ayrım yaparak, zamanını çok iyi değerlendirir. İçinde bulunduğu anda neyin "boş iş" neyin faydalı olduğunu ise vicdanını ve aklını kullanarak ayırt eder ve bu konuda taviz vermez. Kuran'da bir müminin "boş söz"le karşılaştığındaki tavrı şöyle haber verilir:



'Boş ve yararsız olan sözü' işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: "Bizim yapıp-ettiklerimiz bizim, sizin yapıp-ettikleriniz sizindir; size selam olsun, biz cahilleri benimsemeyiz" derler. (Kasas Suresi, 55)

Bir müminin yaptığı her işte en güzelini, yapabileceğinin en fazlasını aramasına ve güzel sözlü olmasına Kuran'da bir örnek, müminler arasında "sözün en güzeli"nin kullanılması emridir:

Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır. (İsra Suresi, 53)

Allah'ın bu emrini bilen kişi sözün en güzelini vicdanına başvurarak bulacaktır. Konuşmalarında "ne olursa olsun" deyip ilk aklına geleni söyleyip bırakmaz. Aksine, en güzel, en etkileyici konuşmaları yapar, karşısındaki kişileri incitmemeye, onların neşelerini kaçırmamaya özen gösterir. Allah'ın en hoşnut olacağı konuşmayı seçer ve bunda vicdanını anahtar olarak kullanır.

sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Günün Güzel Konusu: Müminin, yaşarken kendisini ''öldü'' kabul ederek hareket etmesi, şeytanın tüm oyunlarını bozacak önemli bir yoldur.

İnsan aklı, hiçbir ek yapmaksızın saf olarak Kuran ile düşünmediği takdirde, karmakarışık bir hale gelmeye çok müsaittir. Bu durumda da kişi, “akıllı insan” olma vasfını kaybeder. Aklı, duru, temiz, isabetli ve faydalı hale getiren tek yol, katıksız olarak iman etmek; Allah'ın sonsuz ve kusursuz aklına, Kuran'a tam uymaktır.

İman eden bir kimsenin mükemmel bir akla sahip olmasını en istemeyecek varlık ise, elbetteki şeytandır. Şeytan, Allah'ı seven, Kuran'a bağlanan, Allah'ın rızası için yaşayan her insanın karşısındaki mutlak negatif güçtür. Müminlerin Allah'a ihlasla iman etmelerini engelleyebilmek, akıllarını karıştırabilmek, halis tavırlarına bir parça dahi olsa bozukluk katabilmek için elinden gelen her yola başvurur. İnsanların kalplerine hayali kuruntular, asılsız şüpheler, hiçbir delili olmayan vesveseler verir. Ve bunlara, adeta gerçeğin ta kendisiymiş gibi inanmalarını sağlar. Hatta o kadar inandırıcı mantıklar sunar ki, kişi, peşisıra gittiği bu hayali kuruntuları delice bir kararlılıkla savunur hale gelir. Bu doğrultuda kesin kararlar alıp hayatını bu yönde yönlendirmeye başlar.

Şeytanın tüm bu telkinleri elbetteki samimi iman eden, Allah'a sığınan ve Kuran'a uyan insanlara hiçbir şekilde etki etmez. Ancak iman ettikleri halde Kuran'a gereği gibi uymayan kimseler şeytanın bu telkinlerine kapılabilirler.

Kimi zaman bu durumdaki bir kişi şeytanın telkinlerinden kurtulup selim bir akla kavuşmayı, doğru düşünebilmeyi gerçekten çok ister. Ancak yine de aklında oluşan karmaya kapılarak, kendisine sunulan doğruları kavramakta güçlük çeker. Duru bir akılla hareket eden mümin dostlarının anlatımlarındaki hakikatleri uygulamaya geçirmekte kararlılık gösteremez. Kendisini içerisinde bulunduğu mantık bozukluğundan kurtaracak Kurani çözümleri gerçekleştirmenin ne kadar kolay olduğunu göremez. Çözümü kendi karmaşık mantıklarında arayıp bulmaya çalışır. Ya da hem Kurani çözümleri hem kendi karmaşık formüllerini bir arada kullanmaya kalkışır. Bunun sonucunda da Kuran'ın bereketinden gereği gibi istifade edemez ve aradığı çözüme kavuşamaz.

İşte bu gibi durumlarda mümini -Allah dilediği takdirde- mutlak olarak doğru yola sevk edecek kesin bir çözüm vardır: Ölümü, ahireti, cennetin ve cehennemin yakınlığını; ölümle birlikte, dünyada iken kafasında var olan tüm düşüncelerin bir anda yok olacağını; Allah'ın rızasını ve rahmeti kazanabilmek dışında hiçbir şeyin bir öneminin kalmayacağını düşünmek... Ve henüz yaşarken, “varsayalım ki öldüm” “etrafımdaki tüm insanlar da öldü” “tüm olaylar çoktan son buldu” ve “tüm bildiklerimle birlikte ahiretteyim” diyerek hareket etmek...

Öldüğünde insan nasıl ki artık kendisi hakkında herhangi bir konuda hak iddia etmeyecek, herhangi bir şeyi halletmenin peşine düşmeyecek; olayları, insanları analiz etmekten, kendisine karşı olan davranışları, bakış açılarını, konuşmaları yorumlamaktan vazgeçecek; olaylara, insanlara, hayata karşı şüphe ve kuruntularla yaklaşmanın anlamsızlığını görecek ise, bu gerçeği henüz yaşarken kavrayan bir insan da -Allah'ın izniyle- aynı yüksek aklı ve imani olgunluğu ölmeden önce de elde edebilecektir.

Bu imani olgunlukla hereket eden bir insanın üzerindeki olumsuz tüm baskılar kalkacaktır. Aklında oluşan karmaşa dağılacak, kişi saf olarak Kuran ile düşünüp hareket edebilecek ve Allah'ın razı olacağı ahlaka ulaşabilecektir.

Şeytanın tüm oyunları etkisiz hale gelecektir. Ondan gelen kuruntu, şüphe ve vesveseler böyle bir müminin kalbine etki edemeyecektir. Öncesinde şeytanın verdiği kuruntularla, onulmaz dertlerle karşı karşıya olduğunu sanan bir kimse, bu gerçeği kavramasıyla birlikte şeytanın vereceği vesveselere en fazla gülüp geçecektir.

“Varsayalım ki ben öldüm”, “varsayalım ki dünya yerle bir oldu” ve “varsayalım ki çevremdeki iyi ve kötü insanların tümü öldü” diye düşünen bir insanın nasıl bir ahlak anlayışına sahip olacağını kavramak da son derece önemlidir:

•Adeta ölmüşçesine dünyadan geçen bir insan, aynı zamanda dünyevi tüm haklarından da feragat etmiş olur. Artık bir bedeni yoktur ki, bedenine dair bir konuda hak idda etsin. Ya da artık bir nefsi yoktur ki, nefsine dair haklarının peşine düşsün. Ve bu bir kayıp da değildir; aksine kazançların en büyüğüne; Allah'ın rızasını kazanma yoluna açılan önemli bir kapıdır. Kamil iman olgunluğunu yaşamanın bu sırrı, mümine müthiş bir manevi güç kazandıracak hayırlı bir tefekkür şeklidir.

•Bu düşünce şekli ile birlikte kişinin, haklı olduğunu, hakkının yendiğini ya da hakkının takdir edilmediğini düşündüğü her konu, hiç var olmamışçasına ortadan kalkar. Haklılık düşüncesinin neden olduğu dargınlık, küskünlük, alınganlık ya da kızgınlık gibi tüm tavır bozukluklarından kurtulur. Kuran dışı bir adalet elde etme arzusundan kurtulur. Dolayısıyla bu konudaki muhataplarına karşı en mükemmel ahlakı gösterebilecek bir gönül ferahlığı elde eder.

•Çözemediği ve çözülemeyeceğini sandığı konuların aslında ne kadar kolay halledilebilir olduğunu kavrar. Çözümün şeytanın karmaşasında değil, Allah'a samimi teslim olmakta olduğunu görür.

•Allah'a teslim olan bir mümin ise, Allah'ın eşsiz koruması, rahmeti ve desteğini kazanır. Böyle bir insan, dünyada maddi manevi başka hiçbir şey ile elde edilemeyecek bir güç elde etmiş olur. Allah'ın rızasına uygun olan ahlaka uymanın müthiş bir pozitif etkisi vardır. İşte mümin bu pozitif gücün etkisi altına girer. Üzerindeki imani coşku, neşe, mutluluk ve mutmainlik, fiziksel olarak da manevi olarak da, her an her konuda olabilecek en güzel, en aktif ve en fazla çabayı gösterebilmesini sağlar.

•Böyle bir kişi çevresindeki her insanın sevdiği, saygı duyduğu; yanında olmayı, sohbetine katılmayı, dostluk etmeyi isteyeceği; güvenilir, dengeli, olgun, sevgi dolu, canlı, neşeli, akıllı, uyumlu, munis bir insan haline gelir. Böylece dünya şartlarında olabilecek en üst seviyede sevgiyi yaşayabilecek; derin sevmeyi, derin sevilmeyi tadabilecek bir ahlaka ulaşır.


sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

21 Ağustos 2011 Pazar

Yüzün beyin tarafından okunabilen bir barkod sistemine sahip olduğu keşfedilmiştir...



Yüce Allah'ın benzersiz çeşitlilikteki yaratma sanatının bir tecellisi olarak, insanların her biri farklı bir yüze sahiptir. Ancak yüzler ne kadar çeşitli ve ortam ne kadar kalabalık olursa olsun tanıdığımız birinin yüzünü fark etmemiz sadece birkaç saniye alır. Peki bu tanıma süreci nasıl işler?

Beyindeki Yüz Tanıma Süreci Nasıl Gerçekleşir?

Yüzün tanınma süreci görsel kortekste gerçekleşen oldukça kompleks bir süreçtir. Bu tanıma sürecinin beyinde nasıl gerçekleştiğini araştıran bilim adamları, oldukça şaşırtıcı sonuçlarla karşılaşmışlardır. Çünkü yapılan araştırmalarda, yüzün beyin tarafından okunabilen bir barkod sistemine sahip olduğu keşfedilmiştir.

Bu sisteme göre;
- İlk önce kaşlar, gözler, dudaklar gibi yatay çizgi oluşturan özelliklerin beyin tarafından algılanmasından sonra, bu çizgilerin siyah ve beyaz renklerde kodlandığı belirlenmiştir.

- Cilt ve yanaklar parlaklıkları nedeniyle beyaz olarak, dudaklarımız kaşlarımız ve göz çukurlarımızın da gölgelikleri nedeniyle siyah olarak kodlandığı tespit edilmiştir.

Araştırmayı yürüten Dr. Dakin “Bu şekildeki yatay bilgi çizgileri, süper­market barkodlarını anımsatmaktadır” diyerek bu kod sistemine dikkat çekmiştir.

Bilindiği gibi süpermarket barkodları, bilgi sağlamanın etkin bir yoludur. Düz, tek boyutlu çizgiler, sayı gibi 2 boyutlu karakterlerin algılanmasından çok daha kolaydır. Yüz tanımanın saniyelerle sınırlı bir biçimde hızlı gerçekleşmesi için barkod sisteminin kullanılması da Rabbimiz'in Âlim (herşeyi çok iyi bilen), Fatır (yaratan, icad eden) ve Bedi (örneksiz yaratan) isimlerinin bir tecellisidir.


sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

İnsan İskeletinin Mükemmel İşlevi

Canlı iskeletleri gibi insan iskeleti ve onu oluşturan kemikler de bütün olarak mükemmel bir işleve sahiptir. Vücudun taşınması ve korunması gibi önemli bir görevi üstlenen kemiklerimiz, bu işi rahatlıkla yerine getirebilecek kapasite ve sağlamlıkla yaratılmıştır. Hatta bu yönde oldukça geniş bir güvenlik payı bırakılmış ve vücudun muhatap olacağı zor durumlar da hesaba katılmıştır.

Örneğin; uyluk kemiği, dikey durumda bir ton ağırlığı kaldırabilecek kapasitededir. Nitekim atılan her adımda bu kemiğimize vücut ağırlığımızın üç katı yük binmektedir. Hatta sırıkla yüksek atlama yapan bir atlet yere inerken kalça kemiğinin her santimetrekaresi 1400 kiloluk bir basınca maruz kalır. O halde, kemik denen ve bir tek hücrenin bölünmesi sonucunda ortaya çıkan bu yapıyı, bu kadar kuvvetli kılan nedir?

Sorunun cevabı kemiklerin eşsiz yaratılışında gizlidir. Kemiklerdeki kusursuz yaratılışı anlamak için günümüz teknolojisinden bir örnek vermek doğru olur. Yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar oldukça zor inşa edilen büyük ve yüksek yapılar, bu tarihten sonra teknolojinin ilerlemesiyle gelişti. Kullanılan teknolojilerden en önemlisi kafes sistemleriydi. Bu yöntemde yapının taşıyıcı elemanları, yekpare yapıda değil, birbiri içine geçmiş, kafes şeklindeki çubuklardan oluşmaktaydı. Bilgisayar yardımıyla yapılan karmaşık hesaplar sayesinde, büyük köprüler ve endüstriyel yapılar çok daha dayanıklı ve daha ucuza inşa edildiler.

Kemiklerin iç yapısı da, insanların binalarda ve köprülerde kullandığı kafes yapı sistemine benzer bir yapıda inşa edilmiştir. Ancak önemli bir fark vardır; kemik içindeki sistem, insanın geliştirdiğinden çok daha üstün ve komplekstir. Bu sayede kemikler, hem son derece sağlam, hem de insanın rahatlıkla kullanabileceği hafiflikte olurlar. Eğer aksi olsaydı, yani kemiklerin içi, dışı gibi sert ve tamamen dolu olsaydı, hem kemiklerin ağırlığı insanın taşıyabileceğinin çok üzerinde olurdu, hem de kemiğin yapısı gevrek ve sert olup en küçük bir darbede çatlayabilir veya kırılabilirdi.

sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Nesneleri Net Görmemizde Korneanın Etkisi



Vücut içinde çok özel bir işleve sahip olan gözler, 40 temel parçadan oluşur. En gelişmiş kameradan çok daha kusursuz bir görüntü ve netlik sağlayan insan gözü, organellerinin olağanüstü işlevleri sayesinde harikulade yapısını her an korur. Gözün penceresi konumunda olan kornea da, ışığı geçiren saydam yapısı ile görme mucizesinde büyük bir öneme sahiptir.

Kornea denen saydam bölüm ışık ışınlarını kırarak, bu ışınların mercekten geçip, gözün arkasındaki retinaya ulaşmalarını sağlar. Odaklama için gerekli olan ışığın kırılımının üçte ikisi bu sayede sağlanır. Kırılmanın geri kalan üçte birlik bölümünü ise, gözün iç kısmında bulunan mercek gerçekleştirir.

Nesneleri net görebilmek için korneanın her zaman saydam ve çok duyarlı olması gerekir. Çünkü saydamlığını yitirdiği anda göze yeterince ışık giremediği için görüntü bulanıklaşır. Gözün dışarıya açık olan bölümündeki bu katmanın çok duyarlı olması da göze kaçan küçük bir toz parçasının bile hemen fark edilip temizlenmesini sağlar.

Korneanın bu derece saydam olmasının sebebi, kendisini oluşturan liflerin hassas bir düzen içerisinde sıralanmalarıdır. Bu sıralanmaya yapılacak herhangi bir müdahale korneanın kararmasına ve görüntünün bulanıklaşmasına sebep olur.

Fotoğraf makinesi için objektif ne kadar önemliyse göz için de kornea aynı önemi taşır. Aynı zamanda vücuttaki en hassas yapılardan biri olan kornea o kadar şeffaftır ki, ancak çok yakından dikkatle bakıldığında görülebilir.


sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

19 Ağustos 2011 Cuma

Tohumlarla İlgili Düşündürücü Detaylar

- Bilindiği gibi, toprağın genel olarak çürütücü, parçalayıcı özelliği vardır. Ancak toprağın içindeki tohum ve milimetrenin yarısı inceliğindeki kökler hiçbir zarar görmezler. Aksine toprağı kullanarak sürekli gelişir ve büyürler.

- Tohumun yarılıp içinden filizin çıkabilmesi için çok yüksek miktarda kuvvet gerekmektedir. Bu kuvvetin büyüklüğü, filizlerin asfalt kaldırımların kenarlarını çatlatarak çıktıkları düşünüldüğünde çok daha iyi anlaşılmaktadır. Bu etkili gücün kaynağı her bitkiyi oluşturan hücrelerin içinde bulunan hidrolik basınçtır. Bitkinin büyümesi için mutlaka gerekli olan bu basınç hücre duvarını esnetip, genişletme özelliğine sahiptir. Eğer bu özellik olmasaydı bitkilerdeki hücre büyümesi gerçekleşemezdi, yani tohum filizlenemezdi.

- Pek çoğu küçük kuru tahta parçalarına benzeyen tohumlar, aslında içlerinde bitkilere ait binlerce bilgiyi barındıran genetik şifre taşıyıcılarıdır. İleride oluşturacakları bitkiler ile ilgili tüm bilgiler tohumların içinde saklıdır. Bitkinin kökünün ucundaki tüycükten, gövdesinin içindeki borucuklara, çiçeklerinden, vereceği meyveye kadar tüm bilgiler en küçük detaylarına kadar eksiksiz olarak tohumun içinde mevcuttur.

(Tohummucizesi.com)

Tohumlar filizlenmeye başladıklarında üzerlerindeki toprağın ağırlığı ya da önlerine çıkan başka bir engel onları toprağın üstüne, güneş ışığına ulaşmaktan alıkoyamaz. Filizlenmeye başlayan tohum, bir süre sonra fotosentez yaparak kendi besinini üretmeye başlar. Tohumun büyüme süreci içinde yavaş yavaş ana bitkinin küçük bir kopyası ortaya çıkar. Filizler toprağın üstüne doğru büyürken, kökler de fotosentez işlemi için hammadde toplamak üzere toprağın derinliklerine yayılırlar.
Filizlerin ışığa doğru uzanan yolculuğu Yüce Rabbimiz’in kusursuz yaratış delillerindendir.

sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

Atatürk ve Türk Ordusu

"Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir."

Asil Türk Milleti
Vatanına, özgürlüğüne ve şerefine düşkün olan Türk Milleti'nin, milli varlığı ve bağımsızlığı uğruna gösteremeyeceği kudret ve fedakarlık yoktur. Kurtuluş Savaşı Türk'ün bu üstün seciyesinin tüm açıklığıyla ortaya konduğu çok şerefli bir mücadele olmuştur. Atatürk de dünyanın en donanımlı ordularına karşı Milli Mücadele'yi başlatırken Türk Milleti'ne olan güvenini sık sık dile getirmiş ve Türk Ordusunu en büyük destekçisi olarak görmüştür. Atatürk'ün bu konuyla ilgili bazı sözleri şu şekildedir:

Ordu, Türk Ordusu, işte bütün milletin göğsünü itimat (güven), gurur duygularıyla kabartan şanlı adı. Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir. Ordumuz; Türk topraklarının ve Türkiye idealini tahakkuk ettirmek (gerçekleştirmek) için sarfetmekte olduğumuz sistemli çalışmaların yenilenmesi imkansız teminatıdır.

Millet, kemal-i azimle içtimai ve fikrî tekâmülle çalışırken, onu bundan alıkoyacak dahilî ve haricî maniaların karşısında kuvvetli, kudretli ve büyük görevini müdrik kahraman Ordumuzun hazır bulunduğunu düşünerek müsterih olabilir.
















Atatürk'ü Tanımak

Atatürk'ün bizlere miras olarak bıraktığı Türkiye Cumhuriyeti, onun askeri ve siyasi dehasının bir neticesidir. Türk Milleti ise Atatürk'ün kurduğu bu Cumhuriyetin yılmaz bekçisidir. Ancak onun bu mirasının değerini kavrayabilmek ve Türkiye Cumhuriyeti'ni dünyanın en güçlü devletleri arasında hak ettiği yere ulaştırabilmek için her Türk ferdinin Atatürk'ü çok yakından tanıması gerekmektedir. Atatürk'ü takdir edebilmek, onun düşünce yapısını, mantık örgüsünü, Türk Milleti'ne olan bakış açısını ve Türk Milleti için hedeflerini tam olarak anlamakla mümkündür. Atatürk'ü tanıyabilmek için en doğru yol ise, yine onun sözlerine, uygulamalarına, onu yakından tanıyan kişilerin anlatımlarına ve yine dünya siyasetine yön veren kişilerin onun hakkındaki yorumlarına başvurmaktır.

Atatürk'ün Övgü Dolu Sözleri:

Atatürk'ün önderliğindeki Kurtuluş Savaşı, Türk Milleti'nin ve onun gözbebeği olan Türk Ordusunun kahramanlığını tüm dünyaya gösteren bir özgürlük destanıdır. Türk Milleti düşmanların güçlü ve modern silahlarına ve yüksek donanımlı ordularına karşı tüm varlığıyla karşı koymuştur. Mustafa Kemal Paşa'nın önderliğinde elele veren Türk Milleti büyük bir zafer elde etmiş ve şan ve şerefle dolu olan tarihimize yepyeni bir sayfa eklenmiştir. Atatürk söz konusu başarıların Türk Milleti'nin eseri olduğunu Konya Orduevi'nde yaptığı bir konuşmada şöyle dile getirmiştir:

Arkadaşlar, tüm tarih bize gösteriyor ki, uluslar yüce hedeflerine ulaşmak istediklerinde bu coşkularının karşısında üniformalı çocuklarını bulmuşlardır. Tarihin bu geneli içinde büyük bir istisna bizim tarihimizde, Türk tarihinde görülür. Bilirsiniz ki, Türk Ulusu ne vakit yükselmek için bir adım atmak istemişse önünde hep önder olarak, yüksek ulusal ülküyü gerçekleştirecek hareketlerin kılavuzu olarak kendi kahraman çocuklarından oluşan ordusunu görmüştür. Bu nedenle Türk Ulusu, elinde kılıç tehlikelere karşı yürümeye hazır kahraman çocuklarına derin bir güven beslemiştir. Bu güveni hep besleyecektir. Bundan sonra da Türk Ulusu'nun kutsal ülküsünün gerçekleşmesi için kahraman asker evlatları hep önde gidecektir. Tüm Türk Ulusu, başarıya ulaştığı her yaşamsal şeyin kahramanı olarak kendi ordusunu, ordusunu komuta eden öz evlatlarından oluşma subaylar topluluğunu, yüksek komuta heyetini görmektedir. Ulus ve kahraman evlatlarından oluşan ordu öylesine birbiriyle birleşmiştir ki, dünyada ve tarihte bunun örnekleri çok azdır. Bu ulusal gerçekle her zaman övünebiliriz.

Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nda kahramanca mücadele edip, düşman ordularına beklemedikleri bir karşılık veren Türk Milleti'nin her ferdinin taşıdığı önemi, bir başka konuşmasında şu sözlerle ifade etmiştir:

Geçirdiğimiz bunalımlı günlerin şerefli kahramanlarını hep birlikte kutsayalım:

Onlar arasında savaş alanlarında düşman silahıyla göğüsleri delinmiş bahtiyarlar olduğu gibi, ateşlerde yakılmış çocuklar, kadınlar ve ihtiyarlar vardır.

...

Onların arasında, yurtlarını yitirmiş aileler, yavrularını gömmüş analar vardır. Ve gene onlar arasında, savaştaki namus görevini şerefle yerine getirerek, bugün memleketlerine dönmüş gaziler vardır. Onlardan, şehitlik şerbetini içmiş olanların ruhlarına fatihalar armağan edelim.

Bu hareketi yapan bir ordunun babaları ve analarından oluşan ulusumuz, bütün dünyaya karşı en saygın ve değerli yeri kazanmıştır. Ulusumuz çekinmeden övünebilir ve ben, böyle bir ulusun, önemsiz bir kişisi olmakla en büyük mutluluğu duyuyorum. Bu savaş alanlarında, benzersiz kahramanlıklar ve yiğitlikler göstermiş olan subaylarımızın, erlerimizin ve komutanlarımızın her biri ayrı ayrı birer övünç sayfaları, bir destan oluşturan hareketlerini, en ulu duygularla ve saygıyla anıyorum.




sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

18 Ağustos 2011 Perşembe

Atatürk ve Türk Ordusu

"Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir."

Asil Türk Milleti
Vatanına, özgürlüğüne ve şerefine düşkün olan Türk Milleti'nin, milli varlığı ve bağımsızlığı uğruna gösteremeyeceği kudret ve fedakarlık yoktur. Kurtuluş Savaşı Türk'ün bu üstün seciyesinin tüm açıklığıyla ortaya konduğu çok şerefli bir mücadele olmuştur. Atatürk de dünyanın en donanımlı ordularına karşı Milli Mücadele'yi başlatırken Türk Milleti'ne olan güvenini sık sık dile getirmiş ve Türk Ordusunu en büyük destekçisi olarak görmüştür. Atatürk'ün bu konuyla ilgili bazı sözleri şu şekildedir:

Ordu, Türk Ordusu, işte bütün milletin göğsünü itimat (güven), gurur duygularıyla kabartan şanlı adı. Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir. Ordumuz; Türk topraklarının ve Türkiye idealini tahakkuk ettirmek (gerçekleştirmek) için sarfetmekte olduğumuz sistemli çalışmaların yenilenmesi imkansız teminatıdır.

Millet, kemal-i azimle içtimai ve fikrî tekâmülle çalışırken, onu bundan alıkoyacak dahilî ve haricî maniaların karşısında kuvvetli, kudretli ve büyük görevini müdrik kahraman Ordumuzun hazır bulunduğunu düşünerek müsterih olabilir.
















Atatürk'ü Tanımak

Atatürk'ün bizlere miras olarak bıraktığı Türkiye Cumhuriyeti, onun askeri ve siyasi dehasının bir neticesidir. Türk Milleti ise Atatürk'ün kurduğu bu Cumhuriyetin yılmaz bekçisidir. Ancak onun bu mirasının değerini kavrayabilmek ve Türkiye Cumhuriyeti'ni dünyanın en güçlü devletleri arasında hak ettiği yere ulaştırabilmek için her Türk ferdinin Atatürk'ü çok yakından tanıması gerekmektedir. Atatürk'ü takdir edebilmek, onun düşünce yapısını, mantık örgüsünü, Türk Milleti'ne olan bakış açısını ve Türk Milleti için hedeflerini tam olarak anlamakla mümkündür. Atatürk'ü tanıyabilmek için en doğru yol ise, yine onun sözlerine, uygulamalarına, onu yakından tanıyan kişilerin anlatımlarına ve yine dünya siyasetine yön veren kişilerin onun hakkındaki yorumlarına başvurmaktır.

Atatürk'ün Övgü Dolu Sözleri:

Atatürk'ün önderliğindeki Kurtuluş Savaşı, Türk Milleti'nin ve onun gözbebeği olan Türk Ordusunun kahramanlığını tüm dünyaya gösteren bir özgürlük destanıdır. Türk Milleti düşmanların güçlü ve modern silahlarına ve yüksek donanımlı ordularına karşı tüm varlığıyla karşı koymuştur. Mustafa Kemal Paşa'nın önderliğinde elele veren Türk Milleti büyük bir zafer elde etmiş ve şan ve şerefle dolu olan tarihimize yepyeni bir sayfa eklenmiştir. Atatürk söz konusu başarıların Türk Milleti'nin eseri olduğunu Konya Orduevi'nde yaptığı bir konuşmada şöyle dile getirmiştir:

Arkadaşlar, tüm tarih bize gösteriyor ki, uluslar yüce hedeflerine ulaşmak istediklerinde bu coşkularının karşısında üniformalı çocuklarını bulmuşlardır. Tarihin bu geneli içinde büyük bir istisna bizim tarihimizde, Türk tarihinde görülür. Bilirsiniz ki, Türk Ulusu ne vakit yükselmek için bir adım atmak istemişse önünde hep önder olarak, yüksek ulusal ülküyü gerçekleştirecek hareketlerin kılavuzu olarak kendi kahraman çocuklarından oluşan ordusunu görmüştür. Bu nedenle Türk Ulusu, elinde kılıç tehlikelere karşı yürümeye hazır kahraman çocuklarına derin bir güven beslemiştir. Bu güveni hep besleyecektir. Bundan sonra da Türk Ulusu'nun kutsal ülküsünün gerçekleşmesi için kahraman asker evlatları hep önde gidecektir. Tüm Türk Ulusu, başarıya ulaştığı her yaşamsal şeyin kahramanı olarak kendi ordusunu, ordusunu komuta eden öz evlatlarından oluşma subaylar topluluğunu, yüksek komuta heyetini görmektedir. Ulus ve kahraman evlatlarından oluşan ordu öylesine birbiriyle birleşmiştir ki, dünyada ve tarihte bunun örnekleri çok azdır. Bu ulusal gerçekle her zaman övünebiliriz.

Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nda kahramanca mücadele edip, düşman ordularına beklemedikleri bir karşılık veren Türk Milleti'nin her ferdinin taşıdığı önemi, bir başka konuşmasında şu sözlerle ifade etmiştir:

Geçirdiğimiz bunalımlı günlerin şerefli kahramanlarını hep birlikte kutsayalım:

Onlar arasında savaş alanlarında düşman silahıyla göğüsleri delinmiş bahtiyarlar olduğu gibi, ateşlerde yakılmış çocuklar, kadınlar ve ihtiyarlar vardır.

...

Onların arasında, yurtlarını yitirmiş aileler, yavrularını gömmüş analar vardır. Ve gene onlar arasında, savaştaki namus görevini şerefle yerine getirerek, bugün memleketlerine dönmüş gaziler vardır. Onlardan, şehitlik şerbetini içmiş olanların ruhlarına fatihalar armağan edelim.

Bu hareketi yapan bir ordunun babaları ve analarından oluşan ulusumuz, bütün dünyaya karşı en saygın ve değerli yeri kazanmıştır. Ulusumuz çekinmeden övünebilir ve ben, böyle bir ulusun, önemsiz bir kişisi olmakla en büyük mutluluğu duyuyorum. Bu savaş alanlarında, benzersiz kahramanlıklar ve yiğitlikler göstermiş olan subaylarımızın, erlerimizin ve komutanlarımızın her biri ayrı ayrı birer övünç sayfaları, bir destan oluşturan hareketlerini, en ulu duygularla ve saygıyla anıyorum.




sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

16 Ağustos 2011 Salı

Piranha Salgın Hastalıkları Nasıl Engeller?


• Piranhalar koku alma ve işitme duyuları ile avlarının yerini nasıl bulurlar?
• Bu etçil canlıların diş ve çene yapıları nasıldır?
• Sadece Güney Amerika’da yaşayan bu canlılar, salgın hastalıkları nasıl engellerler?

Güney Amerika’nın en uzun nehri olan Amazon Nehri ve kollarında 30 piranha türü yaşar. 6.437 km’lik uzunluğuna sahip tek bir akarsuda 30 farklı türün yaşaması Yüce Allah’ın tek bir nehir üzerinde yarattığı çeşitlilik sanatına örnek oluşturur. Bu farklı türlerden çok azı kuraklığın baş gösterdiği dönemlerde filmlere konu olan saldırı özelliklerini gösterirler. Fakat Yüce Allah piranhaların bu özelliği göstermesinde de hayır ve hikmet yaratmıştır.
Piranhalar Yüce Allah’ın Bahşettiği Hassas Algıları ve Organları ile Avlanabilirler

Belgesellerde avlanma şekilleri detaylı olarak gösterilen piranhalar pek çok insan için ürkütücü olabilmektedir. Oysa sadece Güney Amerika’da yaşayan bu canlılar, Yüce Allah’ın tüm detaylarla birlikte özel olarak yarattığı mükemmel özelliklere sahiptirler.
Piranhaların Diş ve Çene Yapıları Avlanmaya Uygun Olarak Yaratılmıştır

Piranhalar son derece keskin ve sivri dişlere sahiptir. Yüce Allah bu balıkların diş ve çene yapılarını kusursuz bir avcı olmaları için özel olarak yaratmıştır. Piranhaların dişleri çenelerde bulunan elastik dokuların içerisine gömülü olarak bulunur. Dişler, dudak derileriyle örtülmüştür. Bu deri yukarı kaldırıldığı zaman ustura keskinliğindeki üçgen dişler ortaya çıkar. Balık ağzını kapattığında, kama şeklindeki alt ve üst dişler bir fermuar gibi kilitlenir.

Piranhaların dişleri ve bu dişlerle avı yakalama yöntemi köpekbalıklarına benzer. Balık, dişlerini avına geçirdikten sonra fermuar gibi kilitlenen keskin dişlerini, hızlı kuyruk hareketleriyle daha da keskinleştirir. Bu güçlü çenesi ve dişleri vesilesiyle, her büyüklükte avı rahatlıkla yakalayabilir.

Yaratılışları gereği balıkların pek çok kara hayvanının sahip olduğu pençe, ön ve arka ayaklar gibi uzuvları bulunmaz. Zaten suda yaşayan bir canlının bu tür organlara ihtiyacı da yoktur. Fakat beslenmesi ve yaşamını devam ettirebilmesi için Yüce Allah onlara pençe, kol ve bacaklar yerine güçlü bir çene ve keskin sivri dişler bahşetmiştir. Sonsuz şefkat sahibi Rabbimiz her canlıyı ihtiyacına yönelik olarak yaratmıştır. Kuran’da bu gerçek şöyle haber verilmektedir:

“Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. O’nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)” (Hud Suresi, 56)
Koku Hisleri Oldukça Gelişmiştir

Bu canlıların üstün yaratılış özellikleri sadece dişleri ile sınırlı değildir. Kan ve çürüme kokusuna karşı da oldukça hassastırlar. Tüm canlıları bulundukları ortama uygun özelliklerle var eden Yüce Allah, bu canlıları da ihtiyaç duyacakları koku alma özelliğine sahip olarak yaratmıştır.

Piranhaların koku alma konusundaki hassasiyeti Amazon nehrinin genel yapısından kaynaklanır. Bu nehirde şiddetli yağmurlar nedeniyle toprak tabakası taşınır. Bu yüzden nehir genellikle bulanıktır ve görüş uzaklığı 10 cm’yi aşmaz. Yüce Allah’ın bu canlılara bahşettiği hassas koku alma özelliği sayesinde piranhalar bu bulanık sularda avlarını kokusundan tanırlar. Nitekim bilim adamları, aynı köpekbalıkları gibi, piranhaların da hassas koku alma özellikleri sayesinde kanı, 1/1,5 milyon oranında sulandırılmış haliyle bile seçebildiklerini belirlemişlerdir. Sonsuz şefkat sahibi Rabbimiz Kuran’da şöyle buyurur:

“Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.” (Casiye Suresi, 4)
Piranhalar Mükemmel Bir İşitme Duyusuna Sahiptir

Piranhalar bulanık sularda yaşadıkları için hassas koku alma özellikleri yanında oldukça gelişmiş işitme duyusuna da sahiptir. Yüzen balıkların düşük frekansta yaydıkları karakteristik yüzme hareketleri ses dalgaları oluşturur. Bu ses dalgaları suyun altında, havadakinden yaklaşık 5 kat daha hızlı yayıldığı için, piranhalar, çırpınan yaralı balıkların oluşturdukları yüksek frekanslı basınç dalgalarını en bulanık sularda bile çok kısa sürede algılar ve avlarına doğru hızla hareket ederler.
Piranhaların Hayati Görevi: Salgın Hastalıkları Önleme

Amazonlarda, yağışlı dönemde su baskınları olur. Fakat yağışlı mevsimin dışında da zaman zaman su baskınları yaşanır. Ayın yeniay ve dolunay dönemlerinde iki kez, Atlantik Okyanusu’nun kabaran suları kıyıdan içeriye doğru yayılır ve nehir suyunun akış yönünü değiştirir. Denizin etkisiyle kabaran dev dalgalar, anakaranın 700 kilometre kadar içine girebilir. Nehir normal seviyesinde akarken, bu dev dalgaların karanın iç kısımlarına ulaşmasıyla kilometrelerce uzaklıkta yaşayan hayvanlar boğularak yaşamlarını kaybederler. İşte nehrin yüzeyinde kalan ve çürüme sonucu salgın hastalıklara neden olabilecek olan hayvanların ölü bedenleri piranhalar tarafından temizlenir.

Eğer piranhaların bu özelliği olmasaydı nehrin taşmasıyla yaşamlarını yitiren hayvanlar, suyun içinde çürüyecek ardından ortaya çıkan mikroorganizmalar, bu sıcak bölgede bulaşıcı hastalıklara neden olacak, yaralı ve hasta hayvanların yanı sıra insanlar da mikroorganizmaların yaydığı hastalıklar sonucu yaşamlarını yitireceklerdi. Fakat Yüce Allah’ın kurduğu kusursuz denge hem nehrin ekolojik yapısını korumakta hem de meydana gelecek salgın hastalıkları önlemektedir. Kuşkusuz bu örnek, Yüce Allah’ın dünyada yarattığı kusursuz düzeni bir kez daha kanıtlar. Rabbimiz’in yaratmasındaki kusursuzluk Kuran ayetlerinde şöyle haber verilir:
“O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir ‘çelişki ve uygunsuzluk’ (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir.” (Mülk suresi 3-4)

Göklerin ve Yerin Yegane Sahibi Olan Allah Çok Yücedir
Yüce Allah, tüm canlıları yaşamları için mutlak şart olan üstün özelliklerle birlikte yaratmıştır. Öğrendiğimiz zaman bizi hayrete düşüren tüm bu özellikler, Allah’ın her şeye Kadir olduğunun, benzersiz yaratışının ve sonsuz gücünün örneklerinden biridir.

Piranhalar da sahip oldukları duyuları ve diğer organları ile bulundukları ortamda son derece rahat bir şekilde yaşamaktadırlar. Bu canlılar kuraklık ve yağış dönemlerinde farklı davranışlar sergileyen özellikleri ve yaşadıkları nehirleri temizlemeleri ile Yüce Allah’ın yaratma sanatına örnek oluştururlar.

Elbette ki canlıların her davranışı, sahip oldukları her özellik Yüce Rabbimiz’in ilmi ve üstün aklı ile gerçekleşir. Sonsuz merhamet ve ilim sahibi Yüce Allah, canlılar üzerindeki ilmini ayette şöyle bildirmektedir:
“Sizin için hayvanlarda da elbette ibretler vardır…” (Nahl Suresi, 66)
İnsanlara düşen hayvanlardaki muhteşem yaratılış delillerini görebilmek ve bu vesileyle Allah’ın kudretini hakkıyla takdir edip O’nu övgüyle yüceltebilmektir. Bir ayette Rabbimiz’in yaratış ilmi şöyle haber verilmiştir:

“Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir.” (Nur Suresi, 45)

Piranhalar Yüce Allah’ın Çeşitlilik Sanatına Örnek Oluşturur:

Güney Amerika’da, genellikle küçük balıklar, çalı karidesleri, hayvan cesetleri ya da böceklerle beslenen 30 piranha türü yaşar. Bunlar içinde sadece kırmızı ve siyah piranhalar (en tehlikeli olarak bilinen türler) saldırgandırlar.

Piranhalar genellikle de kuraklık dönemlerinde yaşam alanlarının daralmasıyla ya da canlıların kanayan yaraları olduğu takdirde saldırgan bir tavır gösterirler. Ancak piranhaların saldırganlıkları, bol yağmur yağdığı ve Amazon nehrinin su seviyesi 15 metre kadar yükseldiği dönemlerde son bulur. Çünkü çevredeki tropik ormanlar sular altında kalır. Bu dönemde her yer bol miktarda yiyecekle doludur. Piranhaların hiçbir tehlike oluşturmadığı bu dönemde Amerikan yerlileri piranhalarla dolu sularda rahatlıkla yüzebilirler. Fakat bu görünüm kurak mevsimlerin gelmesiyle birlikte değişir. Kurak mevsimde küçük nehirler daralır, büyük nehirlerin su seviyesi düşer ve her yerde içinde balıkların, kaymanların (Güney Amerika’da yaşayan bir timsah türü) ve nehir yunuslarının tutsak kaldığı lagünler, su birikintileri ve kilometrelerce uzunlukta kıyı gölleri oluşur. Yiyecek kıtlığı piranhaların suyun içinde hareket eden her şeye saldırmalarına neden olur.




sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

İyilerle İttifak Etmeyi Ertelemek Doğru Olmaz

Yaşadığımız dünyada kötülük için çaba harcayan çok sayıda insan bulunmaktadır. Bu insanlar, sahip oldukları kötü özellikleri tüm insanlara yaymak, onları bu kötülüklerin etkisi altına almak için, şeytanın da sevkiyle işbirliği halindedirler. Günümüzde son derece etkili bir hale gelen kötülerin ittifakına karşı, iyilerin de zorlukları göze alarak vakit kaybetmeden birbirleri ile ittifak etmeleri ve var güçleriyle kötülüklere karşı koymaları gerekmektedir.

İçinde yaşadığımız dönem, insanların birbirlerinin hatalarını, eksikliklerini araştırmalarının, her insana bir kabahat bularak onu gözden çıkarmalarının zamanı değildir. Aksine “Ben Müslümanım” diyen, “Ben vicdanlı, iyi bir insanım” diyen herkes ittifak etmeli, kötüleri güçlendirecek ve cesaretlendirecek her türlü davranıştan kesinlikle kaçınmalıdır.

Tüm iyi hasletlerini kaybetmiş, acıma duygusunu yitirmiş, manevi değerleri tamamen göz ardı eden insanların ortaya koydukları zulüm ve kötülüklere engel olmak için vicdan sahibi inançlı insanların ittifak ederek, yeryüzünde kötülüğün yerine iyiliğin ve güzelliğin hakim olması için yoğun bir çaba içine girmeleri gerekmektedir. Yeryüzündeki zulüm ve bozgunculuğu önlemenin tek yolu müminlerin ittifak içinde hareket etmeleridir.

Kötülüklerin önüne geçebilecekken kayıtsız kalmak, ayrılıkları gidermeye çalışmayarak gaflet içinde yaşamak, insanların ahirette büyük bir vebal altına girmesine sebep olabilir. Bu nedenle Müslümanların yapması gereken, yeryüzünde yaşanan olumsuzluklar için kötüleri suçlamayı bir tarafa bırakarak; fesadın ortaya çıkmasının, hareket sahası bulmasının asıl sebebi olan sürtüşmeleri ortadan kaldırmak olmalıdır. Müslümanlar arasındaki ittifak, Allah’ın değişmez kuralları gereği yeryüzündeki barış ve huzurun tek çaresidir.

Bu ittifakı geciktirmek veya “Önce herkes yapacağını yapsın, ben de ona göre davranırım” düşüncesiyle hareket etmek, kötülerin zulümleri ile mağdur olan mazlum insanları yalnız bırakmak olur.

Herkesin birbirine hüsn-ü zanla baktığı, hataların veya eksikliklerin dostane ve samimi bir üslupla dile getirilerek düzeltildiği, sevgi, hoşgörü ve adaletin kısacası Kuran ahlakının hakim olduğu bir dünyada yaşamak için tüm vicdanlı insanların ellerinden gelenin en fazlasını yapmaları gerekir. Bizler bu niyetle hareket edersek, sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan Rabbimiz tüm bu güzellikleri verecektir. Bu nedenle herkes kötülüklere karşı mücadele edenlerle birlik ve beraberlik içinde olmalıdır. Unutulmamalıdır ki, Allah Saff Suresi’nin 4. ayetinde Müslümanların, “... birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi...” olmalarını emretmektedir. Bahsettiğimiz ittifak, Allah’ın izniyle yeryüzünde asırlardır süregelen kötülüklerin sonunu getirmeye vesile olacaktır.




sitemiz kez ziyaret edilmiştir.

http://haberanatomi.blogspot.com/

Rüya Alemi İle Dünya Hayatı Arasındaki Önemli Benzerlik

Rüya gördüğü sırada çalan saatin sesi ile uyanan insan kısa süreli bir şaşkınlık yaşar. Rüyasında yaşadığı sevinçler, üzüntüler, tattığı yiyecekler ya da hissettiği kokular kendisine hala o kadar gerçekçi geliyordur ki, rüyanın etkisini bir süre üzerinden atamaz.

Tarih boyunca pek çok düşünür rüyanın gerçek mahiyetini ve rüya ile dünya hayatı arasındaki ilişkiyi araştırmıştır. Alman bir felsefeci bu konuda şunları söylemiştir:

Biz şimdi uyanık halde miyiz, yoksa düş mü görüyoruz? Bu kuşkusuz anlamlı bir sorudur. Aslında bu soruyu çoğu kere düşümüzde sorduğumuz da olmuştur. Gene düşümüzde soruya verdiğimiz yanıtın, yani uyanık olduğumuz yanıtının, biz uyandıktan sonra yanlış olduğunu görmüşüzdür. Peki aynı yanılgı şimdi de olamaz mı? Hayır diyemeyiz, çünkü pekala bir gün düş gördüğümüz ortaya çıkabilir. (Hans Reichenbach, Bilimsel Felsefenin Doğuşu, s. 179)
Descartes ise bu konu hakkında şu yorumu yapmıştır:

Rüyalarımda şunu bunu yaptığımı, şuraya buraya gittiğimi görürüm; uyanınca da hiçbir şey yapmamış, hiçbir yere gitmemiş olduğumu, uslu uslu yatakta yattığımı anlarım. Benim şu anda da rüya görmediğim, hatta bütün hayatımın bir rüya olmadığı güvencesini bana kim verebilir? İşte bütün bunlardan, içinde bulunduğum dünyanın gerçekliği tümü ile şüpheli bir şey oluyor. (Macit Gökberg, Felsefe Tarihi, s. 263)
Gerçek şu ki rüya ile dünya hayatının çok önemli bir ortak noktası vardır. Bu ortak özelliği anlamak için şöyle bir örnek verebiliriz: Rüyada kendi bedeninizi gördüğünüzü varsayalım ve rüya esnasında size “Nerede görüyorsun?” diye sorulduğunda, “Beynimde görüyorum” dediğinizi düşünelim. Oysa, açıktır ki, siz rüyanızda bu cevabı verirken ortada gerçek bir beyin yoktur. Rüyadaki vücut ya da beyin tamamen hayali bir görüntüden ibarettir. Rüya sırasındaki görüntüleri gören irade ise, hiç kuşku yok, hayali bir beyinden çok daha “ötede” olan bir varlıktır.

Rüyanızda verdiğinizi varsaydığımız cevap, dünya hayatımızda bize sorulan “Nerede görüyorsun?” sorusuna verilen doğru cevaptır. Nitekim, bilindiği gibi, gören "göz"değildir ve tüm görüntü beyinde oluşmaktadır. Gözlerin ve gözlere bağlı olan milyonlarca sinir hücresinin tek görevi ise, görme işleminin gerçekleşmesi için beyne mesaj iletmektir. Lisede öğrendiğimiz bilgileri hatırlayacak olursak; bir cisimden gelen ışık, gözün ön kısımında bulunan mercekten geçer ve görüntüyü arka kısımdaki bölgeye yansıtır, retina adlı tabakaya düşen görüntüler elektrik akımına dönüştürülerek beyindeki görme merkezine iletilir ve beyin, bu sinyalleri üç boyutlu, anlamlı görüntüler haline getirir. Bu bilgilerden görenin gözler olmadığı açıkça anlaşılmaktadır, ancak hiç kuşku yok ki, gören ve algılayanın sudan, protein ve yağ moleküllerinden oluşan bir et parçası olduğunu iddia etmek de çok yanlış olacaktır. Buradan da, beyin dediğimiz et parçasında görüntüleri seyrederek yorumlayacak, bilinci oluşturacak, kısacası “ben” denilen varlığı meydana getirebilecek bir özelliğin bulunmadığı anlaşılmaktadır. Oysa beynin içinde ışıl ışıl renkli bir dünyayı seyreden, senfonileri, kuşların cıvıltılarını dinleyen, gülü koklayan biri vardır. Peki göze, kulağa, burna ihtiyaç duymadan tüm algıları hisseden bu şuur kime aittir?

Söz konusu şuur, hiç şüphe yok ki Allah’ın yaratmış olduğu ruhtur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde, düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz.

Bu açık ve ilmi gerçeğe vakıf olan her insanın, beynin içindeki birkaç santimetreküplük, kapkaranlık mekanda, üç boyutlu, renkli, gölgeli ve ışıklı olarak yaratılan kainatın ancak kopyalarıyla muhatap olduğu, ne yaparsa yapsın yeryüzünde gördüğü her şeyin yalnızca kopyalarını görebildiği sırrını anlayacak, böylelikle kendini ve bu görüntüler alemini yaratan Yüce Rabbimiz Allah’ın sonsuz gücünü düşünüp O’na derin bir sevgi ve saygıyla bağlanacak, O’na yönelip O’na sığınacaktır.

Ölüm Anında Şuur Keskinleşecektir

Yukarıdaki bilgilerden yola çıkarak özetle söyleyebiliriz ki, bizler hiçbir zaman “görüyorum” dediğimiz şeylerin aslını göremeyiz. Biz ancak maddesel dünyanın görüntüsüyle muhattap oluruz. Dünya hayatı yalnızca insanların ruhuna algılattırılan görüntülerden ibarettir ve onların imtihan olması ve kıyamette hesabını vereceği amelleri kazanmaları için yaratılmaktadır. İnsan, bu gerçeği en iyi ölüm anında anlayacaktır. Nitekim ölümle birlikte insanın beyninde seyrettiği dünya görüntüsü değişecek, bunun yerine ölüm anının, hesap gününün ve ahiretin görüntüsü gelecektir. Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi, ölümle birlikte insan adeta bir uykudan uyanacak, rüyasından gerçek d! ünyaya geçer gibi, gerçek ve sonsuz hayatına geçecektir. Bir ayetinde Allah bu gerçeği şöyle bildirmektedir:

Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin; işte Biz de senin üzerindeki örtüyü açıp-kaldırdık. Artık bugün görüş-gücün keskindir. (Kaf Suresi, 22)

Peygamber Efendimiz (SAV) de bir hadis-i şerifinde "İnsanlar uykudadır, ölümle uyanırlar." (İmam Gazali, İslam Klasikleri 2, Bedir Yayınları, 18 sf. 36152) buyurarak bu büyük gerçeğe dikkat çekmiştir.








sitemiz kez ziyaret edilmiştir.



http://haberanatomi.blogspot.com/

14 Ağustos 2011 Pazar

Kafanıza Takılan Önemsiz Konuları ''Bir Kaç On Yıl Sonrasına'' Erteleyin...

İnsan bazen küçük konuları gereğinden fazla büyütür. Ehemmiyetsiz olduğu halde sıradan bir konuyu, o an için hayatının en önemli konusu olarak görür. Dikkatini bu duruma verdikçe, o küçük konu, gözünde giderek daha da büyümeye ve kendisine daha da fazla rahatsızlık vermeye başlar.
Bir bakış açısıyla bakılırsa, bu konu gerçekten de bir yönüyle kişinin hayatını etkileyen bir önem taşıyabilir. Ama bir başka bakış açısıyla bakılacak olursa da, o konu diğer önemli meselelerin yanında dünyadaki bir toz tanesi kadar önem taşımaz.

İnsan bunu içerisinde bulunduğu o anda fark edemez belki. Ama bu gerçeği anlamanın şöyle bir yolu vardır: Şu anda geçmişe dönüp bir düşünecek olursanız, bundan on yıl önce kafanıza takılan konuların hiçbirini hatırlamadığnıı görürsünüz. Hatta o kadar geriye gitmeye bile gerek kalmaz. Bundan sadece bir sene, hatta birkaç ay, birkaç hafta öncesine gittiğinizde bile, gün içinde sizi rahatsız eden, neşenizi, huzurunuzu kaçıran, sizi sessizleştirip içinize kapanmanıza neden olan, insanlardan uzaklaştıran, hayatınızı çok derinden etkilediğini ve etkilemeye de devam edeceğini sandığınız konuların hiçbirini hatırlamazsınız. Ama hatırlasanız da önemli değildir. Çünkü o zamanlar hayatınızı kökten etkilediğini sandığınız o konu, artık sizi hiç rahatsız etmiyordur. En fazla bir kaç saniye içinde bir anı gibi aklınızdan geçip gider.

Peki o on sene, birkaç ay ya da birkaç hafta öncesinden geriye elinizde kalan ne olmuştur? İşte asıl bu sorunun yanıtı, hayatınızı kökten ve derinden etkileyecek olan gerçektir. Geriye sadece Allah ile olan yakınlığınız, Allah'a olan sevginiz, sadakatiniz, bağlılığınız ve Allah'ı hoşnut etmek için gösterdiğiniz ihlas, samimiyet, salih amelleriniz ve azminiz kalmıştır. Eğer on sene önce Allah'ı düşünerek, Allah'ın sevgisini umarak güzel ahlak gösterdiyseniz; küçük ya da büyük bir sıkıntı ya da zorlukla karşılaştığınızda Allah'a sığınıp güzel ahlakta kararlı davrandıysanız, o gününüz dünyada ve ahirette inşaAllah sizin için büyük bir nimete dönüşmüştür. Ve ahirette de size sevinç ve nimet getirecektir.

İşte on sene öncesini düşündüğünüzde apaçık bir şekilde görünen bu gerçeği, yaşadığınız an içeresinde de unutmamak çok önemlidir. Eğer şu an içinde kendinize baktığınızda kafanıza takılan küçük ya da büyük çeşitli konular varsa, ileride de bunların büyük ölçüde bir önemi olmayacağını unutmayın. O halde şu an için karşınıza sizi rahatsız eden bir konu çıktığında da, “ ben bu konuyu birkaç ya da 5-10 sene sonrasına erteliyorum. Bu konuyu o zaman düşüneceğim” diyerek bir kenara bırakın. O zaman geldiğinde, Allah'ın izniyle, gerçekten de o konunun bir önemi kalmamış olacağını göreceksiniz.


sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

13 Ağustos 2011 Cumartesi

''Evrim bir bilimdir'' iddiasına cevap

25 Ocak 2011 tarihli NTV’deki evrim programında, Darwinistlerin en büyük aldatmacalarından biri olan “evrim bilim demektir” sahtekarlığı bir kez daha gündeme getirilmiştir. Defalarca deşifre ettiğimiz bu aldatmaca, Darwinistlerin propagandalarını dayandırdığı tek dayanak olduğu için yeniden Darwinistlerin sığınağı olmuştur.

Bu iddia, Darwinistlerin Darwin’den bu yana 150 yıldır tekrarlayıp durdukları, en sahtekarca iddialarıdır. Darwinistler evrimi mümkün olduğunca bilim gibi göstererek, evrimin bilimin ayrılmaz bir parçası olduğunu iddia ederek teorilerini ayakta tutmaya çalışırlar. Konu hakkındaki bilgisiz insanları, bu telkin ile bilimin gerçekten evrime işaret ettiği aldatmacasına inandırmaya çalışırlar.

Oysa EVRİMİN BİLİM İLE İLGİSİ YOKTUR. BİLİM, EVRİME EN BÜYÜK DARBEYİ VURMUŞTUR. BİLİM EVRİMİ YERLE BİR ETMİŞ, TÜM İDDİALARINI GEÇERSİZ KILMIŞTIR. Evrim, özellikle 21. yüzyılda DARWİNİZM’İN EN BÜYÜK DÜŞMANI OLMUŞTUR. Evrim, bilim ile ilgisi olmayan, tesadüfleri sahte ilah edinmiş bir PAGAN DİNİDİR.

BİLİM; ANTİ-DARWİNİST’TİR, ANTİ-ATEİSTTİR, ANTİ-PAGANDIR, ANTİ-MATERYALİSTTİR, ANTİ-KOMÜNİSTTİR. BİLİMİN HER DALI, EVRİMİ ÇOK BÜYÜK DELİLLERLE ORTADAN KALDIRMIŞTIR. Zaten Darwinistler, bu büyük yenilginedeniyle savunma mekanizması olarak bilimi kalkan olarak kullanmakta ve insanları aldatmaktadırlar. Ancak bu çabaları hiçbir sonuç vermemektedir çünkü bilim, Allah'ın izniyle, İslam'a hizmet etmektedir.

Bilimin her dalı evrimi kesin olarak yalanlamaktadır

Genetik ve moleküler biyoloji, TEK BİR PROTEİNİN BİLE TESADÜFEN MEYDANA GELEMEYECEĞİNİ KANITLAMIŞve evrimi temelinden yıkmıştır. Aynı zamanda, canlı varlıklardaki KOMPLEKS YAPILARDA ASLA EVRİMİN GEREKTİRDİĞİ DEĞİŞİMLERİN GERÇEKLEŞMEYECEĞİNİispat etmiş ve evrim iddialarını yerle bir etmiştir.

Paleontoloji bilimi 350 milyondan fazla fosil ile evrimi ortadan kaldırmıştır. 350 milyondan fazla fosil arasından TEK BİR TANESİ BİLE ARA FOSİL DEĞİLDİR.

Darwinistlerin en büyük şoklarından bir tanesi, 21. yüzyılda, BİLİMİN HER DALININ EVRİM TEORİSİNİ ORTADAN KALDIRMASI OLMUŞTUR. Darwinizm savunucuları bu şoku üzerlerinden atamamaktadırlar.

Darwinistlerin en büyük şoklarından bir tanesi de, BİLİMİN YARATILIŞ GERÇEĞİNİİSPAT ETMESİ olmuştur.

Darwinistler, bilimin İslam’a hizmet ettiğini gördükçe büyük endişelere kapılmakta, beklentilerinin boşa gitmesinden dolayı hayal kırıklığına uğramaktadırlar. İşte bu sebeple “Yaratılış bilimsel değil, okullarda okutulmamalı” aldatmacasına sığınmakta, sahtekarlıkla bu durumu bertaraf etmeye çalışmaktadırlar. Oysa aslında kendileri de, TÜM BİLİMSEL GELİŞMELERİN ALEMLERİN RABBİ OLAN, RAHMAN, RAHİM VE YÜCE OLAN ALLAH’IN GÜCÜNE VE KUDRETİNE İŞARET ETTİĞİNİ, YÜCE RABBİMİZ’İN VARLIĞINI KANITLADIĞINI çok iyi bilmektedirler.

Yüce Allah herşeyin hakimi ve sahibi olduğunu ayetlerinde şöyle buyurur:

Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur.Kendinizde buna ilişkin bir delil de yoktur. Allah'a karşı bilmeyeceğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz? (Yunus Suresi, 68)

İşte böyle; çünkü Allah, hakkın ta Kendisi'dir. O'nun dışında, onların taptıkları ise, şüphesiz batılın ta kendisidir. Gerçekten Allah, yücedir, büyüktür. Görmedin mi, Allah, gökten su indirdi, böylece yeryüzü yemyeşil donatıldı. Şüphesiz Allah, lütfedicidir, herşeyden haberdardır. Göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur. Şüphesiz Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan (Gani)dır, övülmeye layık olandır. (Hac Suresi, 62-64)



sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/