]]>

23 Aralık 2013 Pazartesi

İdam cezası insan haklarına aykırıdır, kaldırılmalıdır

Geçtiğimiz gün Bangladeş’te ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış olan Cemaat-i İslami lideri Abdulkadir Molla, temyiz mahkemesine başvurmuş ve kararın iptalini beklerken Yargıtay tarafından idama mahkum edilmiştir. Sessiz sedasız uygulanmak üzere olan bu idam kararı, özellikle sosyal medyada ve kamuoyunda verdiğimiz tepkiler sonucunda tüm dünyaya deşifre olmuş, bu sebeple Bangladeş hükümeti kararı bir gün ertelemiş ve mahkemece tekrar görüşüleceğini söyleyerek zaman kazanmaya çalışmıştır. Bir gün sonraki mahkemede sadece usulen savunma dinlenmiş ve istişareye dahi ihtiyaç duyulmadan tekrar idam kararı verilmiştir. Devlet başkanı Sheikh Hasina, 1971 yılındaki bağımsızlık savaşı sırasında Pakistan ile işbirliği yaptığı iddiasıyla Bangladeş’te savaş suçlusu ilan edilmiş olan Cemaati İslami üyelerinin birer birer bu karşılığı alacaklarını twitter hesabından bildirmiş ve Bangladeş’in laik bir ülke olduğunu söylemiştir. Oysa idam vahşet dolu bir uygulamadır, laik devlet anlayışı ve demokrasi ile bir bağlantısı yoktur; yalnızca korku imparatorluğu işlevi gören devletlerde canlı kalmıştır.
İdam cezası, suçlunun pişman olmasını, davranışlarını düzeltmesini, geçmişten dersler almasını sağlayan bir ceza değildir. Bir insanın canı alındığında artık geçmiş hatalarından ders çıkarma, pişman olup düzelme ihtimali yoktur. Eğer amaç toplum güvenliği ise, bu kişiler müebbet hapis edilerek veya rehabilite edilerek de aynı hatta daha olumlu sonuç alınabilir.
İdam, din ve ahlaki değerlerden yoksun barbar toplumların geçmişte tek çözüm olarak bildikleri son derece çağ dışı bir cezalandırma şeklidir ve uygulayan toplumlara temelde hiç bir mutluluk getirmez. Tam tersine o toplumları, tüm sorunları öldürmekle halletmeye çalışan vahşi topluluklar haline getirir ki bunun ceremesini daima devletlerin kendisi çeker. Sheikh Hasina, ülkesinde idamlarla bir disiplin sağlanacağını zannediyor olabilir. Oysa idamlar toplum içinde öfkeyi daha kızıştıracak, hükümet yanlısı kişiler bile öldürerek bir yere varmayı hedefleyecek ve bu bela mutlaka hükümetin kendisine dönecektir. Şu an dünyada idamın resmi olduğu ülkelere şöyle bir bakıldığında bu durum daha açık anlaşılabilmektedir.
İdam; ceza hukuku veya toplum düzeni gibi yatıştırıcı kelimelerle yumuşatılamayacak kadar büyük bir vahşettir. Özellikle Müslüman ülkelerin bundan kesin olarak kaçınması gerekir. Çünkü İslam dini, öldürmeyi büyük bir suç saymış ve bir kişiyi öldürenin bütün insanlığı öldürmüş gibi olacağını bildirmiş bir dindir. Kimileri bu açıklamalara Kuran’daki kısas ayetlerini bildirerek karşı çıkarlar. Oysa kısasta da Allah’ın beğendiği ve istediği affedici olmaktır:
Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Özgüre karşı özgür, köleye karşı köle ve dişiye karşı dişi. Fakat kimin (hangi katilin) lehine, onun (maktulün) kardeşi (varisi veya velisi) tarafından bağışlanırsa, artık (yapılması gereken) örfe uymak (ve) ona (maktulün varis veya velisine) güzellikle (diyet) ödemektir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir. Artık kim bundan sonra tecavüzde bulunursa, onun için elem verici bir azap vardır. (Bakara Suresi, 178)
Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah'a aittir.Gerçekten O, zalimleri sevmez. (Şura Suresi, 40)
Kuran ayetlerinde görüldüğü gibi asıl olan affetmek ve ıslah etmektir. İdam cezası affetmek gibi bir ibadeti ortadan kaldırdığı gibi yine ayette geçen bir insanın ıslah edilmesi aynı zamanda toplum içinde dirliğin kurulup sağlanması ihtimallerini de ortadan kaldırır. Müslüman toplumlarda bir suçluya yönelik olarak verilmesi gereken eğitim şu ayetteki gibi olmalıdır:
Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam'a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir. (Araf Suresi, 199)
Demek ki İslam’a göre yapılması gereken önce affetmek ve ardından İslam’ın güzel ahlakını ona öğretmektir. Sırf intikam almak, oy kazanmak veya ömür boyu hapse mahkum insanların bakımını üstlenmemek gibi sebeplerle idam gibi bir vahşet sistemini kurmak ve bunu umarsızca uygulamak, Kuran’a göre büyük suçtur.
İşte bu nedenle Bangladeş de dahil olmak üzere bütün ülkelerde acilen idam cezasının kaldırılması gerekmektedir. Tüm idam cezalarının acilen hapis cezasına dönüştürülmesi elzemdir. İslam’a ve toplumsal düzene uygun olan budur. Bangladeş’te de Abdulkadir Molla hakkında verilmiş olan ve bugün içinde her an uygulanabilme ihtimali olan idam kararının acilen kaldırılması gerekmektedir. Aksi taktirde bu tip idam kararları sessiz sedasız verilmeye ve yine sessizce uygulanmaya devam edecektir. Özellikle Bangladeş gibi hukuk sisteminin ciddi hatalarla işlediği bir ülkede, böyle bir vahşetin devam etmesine izin verilmemelidir. Çok iyi bilinmektedir ki, Molla’nın idam edilmesi durumunda hem toplum içindeki huzursuzluk artacak ve bunu yeni idamlar takip edecektir. Bunun için acilen bütün kurumların bu konuda seslerini duyurması ve hem Bangladeş’te hem de bütün dünyada idam kararlarının durdurulması için çok sesli bir kampanya başlatılması gerekmektedir. Bu kampanyaya desteğinizi acilen bekliyoruz. 

sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://umutmustafa.blogspot.com/

Politika adına kardeşlik bağları kopmasın

Reelpolitik, ülke çıkarlarını esas olan bir stratejidir. Bir ülke sizin ülkenize yakınlaşıyorsa, bunun arka planında ülkenizden geçen doğalgaz boru hatlarının, ticaret yollarının, askeri anlaşmaların izlerini aramak lazım. Bu stratejide bir ülkeye sunulan imkanlar, gülen yüzler ve yapılan anlaşmalar çoğu zaman şüphelidir. Ülke istikrarını kaybettiğinde, çıkarlarını kaybedenler de birer birer uzaklaşır veya istikrarsız ülkeyi sömürmenin yollarını aramaya başlarlar.
Oysa tüm hak dinler şunu öğütler: Komşunu sevecek ve barıştırıcı olacaksın. İşte burada reelpolitik hesaplar olmaz artık. Siyasi manevralar, çıkar çatışmaları, politikanın gerçeklerine göre değerlendirmeler yapılmaz. Burada başka bir esas aranır: Kardeşlik esası. Duruma ve şarta göre yapılan politik manevralarla, sadece geçici başarılar kazanılır. Bunun sonucunda halkın az bir kısmı memnun, geri kalanı daima endişelidir. Politik manevralar sadece günü kurtarır, gelecekteki muhtemel felaketleri önleyemez. Ama kardeşlik, iyi günde de, kötü günde de kardeşin yanında olmayı gerektirir.
Türkiye işte bu yüzden Mısır hakkında çok konuştu. Orduyu politikada görmek istemedi Türk halkı, çünkü yıllarca bundan canı yanmıştı. Mısır, adeta Türklerin kendi vatanları gibiydi. Türk halkı ciddiye aldı Mısır’da olanları, çünkü Mısır Osmanlı’dan beri bizim kardeşimiz, bir parçamızdı.
Kimileri istemedi Türkiye’nin müdahilliğini. Mısır halkının sorunlarını Mısır kendisi çözer dediler. Olabilirdi elbette, ama olmadı. Kendi tarihimizde yaşadığımız pek çok şeyi Mısır yaşıyor şimdi. Bir dostun, bir kardeşin hakemliğine ihtiyacı var bu ülkenin. Mısır, reelpolitik çıkarlar için kendisine yaklaşan çok ülke görecektir. Ama Türkiye, Mısır’la her şeyden önce kardeştir.
Bir kısım keskin söylemler Mısır yönetimini tedirgin etti ve Mısır elçimizin ülkeden ihracı elbette tüm dünyada dikkat çekti. Yılların kadim dostu iki ülke arasında olmamalıydı bunlar. Elbette olmamalıydı, ama krizler geçicidir. Yapılması gereken ise vakit kaybetmemek ve sadece çözüme odaklanmaktır.
Türkiye, İslam kültürünün hakim olduğu Ortadoğu’da İslam’ın en büyük vasıflarından biri olan barıştırıcılık vasfını üstlenmek zorunda. Türkiye’nin bu vasıf ile devreye girmesine Mısır halkının %100’ünün ihtiyacı var, sadece %50’sinin değil. Dolayısıyla Türkiye, Mısır halkının tümünün mutlu olacağı bir politikanın peşine düşmeli ve tarafgir değil uzlaştırıcı vasfı ile devrede olmalı.
Uzlaştırabilmek için ülkenin iki farklı yarısının ne istediğini anlamak lazım. Mursi destekçilerinin nasıl demokrasinin bir parçası olmasını istiyorsak, aynı şekilde Mursi karşıtı olanların da ciddi bir radikalizm korkusu içinde olduklarını görmek gerekiyor. Radikalizm endişesi ise oldukça tahrip edicidir. Mısır halkının bir yıllık demokrasi deneyimini başarısız geçirmesinin en büyük sebebi buydu. Mursi idaresi çeşitli reformlar denedi ama beklenen şey köklü bir değişiklikti. Hurafelerle daima engellenmeye çalışılan, fakat gerçekte İslam dininin esasını teşkil eden “özgürlük”, Mısır halkını mutlu ederdi. Bir kesim, böyle bir dönüşümü istedi belki ama bir kısım hala geçmişin bağnaz zihniyetinin etkisindeydi. Bunu istemedi Mısır halkı, hala da istemiyor.
Bu tehditten kurtulmanın yolu ise baskı veya yasaklama olmamalı. Baskı ve yasaklamalar daima öfke artırıcıdır; çözüm değil nefret üretir. Çözümlerin daima tek yolu vardır: Eğitim!
Müslüman Kardeşler büyük ve köklü bir akım. Bu büyük hareketi baskılamaya çalışmak, halkın yarısının mutsuzluğu anlamına gelir. Ve Mısır yine aynı kavganın içine sürüklenir.
Bunun için doğru bir eğitim politikası gerekiyor. Bunun için hem demokrasi konusunda hem de modern ve özgürlükçü İslam anlayışında deneyimli bir kardeş ülkenin varlığı gerekiyor. Bunun için Türkiye’nin orada, hem eğitici hem de barıştırıcı olarak bulunması gerekiyor.
İslam’ın özgürlük ve demokrasi dini olduğunu; sanatı, bilimi, estetiği ve her türlü güzelliği teşvik ettiğini; kadını yüceltip ön plana çıkardığını ve gerçek İslam’daki çözümün kavga değil mutlaka ve daima barış olduğunu göstermeli Türkiye. Bunu iki tarafı barıştırarak yapmaya başlamalı. Türkiye mükemmel bir ülke değil; ama tarihi arabuluculuk rolü onu devreye girmeye zorunlu kılıyor. Mısır’da bir kardeş olarak bulunmalı Türkiye. Reelpolitik hesaplarla değil, Mısır’ın bir parçası olarak.
İstenmeyen bir politik hamle ile büyükelçimiz Mısır’ı terk etti. Ama kardeşlikler politik hamlelerle bozulmazlar. Geçmişte kardeşliği etkilemeyen böyle krizler, yine geçici olmaya mahkum. Ama elimizi çabuk tutmalıyız. Bunun için Türkiye’nin Mısır halkının tümünü kucaklayan bir hamlesi güzel ve yerinde olur.

sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://umutmustafa.blogspot.com/

14 Kasım 2013 Perşembe

Sorun başörtüsü değil, özgürlük...

Son zamanlarda dünyanın birçok ülkesinde kadınların kamu alanlarında başörtüsü takma ya da çarşaf giyme hakları tartışılmakta. Türkiye de bu ülkelerden biri. Geçtiğimiz haftalarda Türkiye’nin 90 yıllık Cumhuriyet tarihinde ilk kez 3 kadın milletvekili Türkiye Büyük Millet Meclisine başörtülü olarak girdiler ve muhalefet partilerinden de herhangi bir tepki görmediler. Böylece yıllardır kemikleşmiş bir sorun daha uzlaşı içinde halloldu. Oysa 1999 yılında benzer bir girişimde bulunan bir milletvekili muhalefetin çok büyük tepkisiyle karşılaşmış, meclis salonundan çıkartılmış ve ülkede çok büyük bir gerilim oluşmuştu. Ancak Ak Parti iktidarıyla birlikte Türkiye’de çok şey değişti ve artık kamusal alanlarda da, üniversitelerde de kadınlara başörtüsü takma özgürlüğü tanındı. Normalleşme yolunda çok önemli bir sorun daha böylece ortadan kalkmış oldu.

Bugünlerde Singapur’da da benzer bir tartışma yaşanıyor. Kamu sektöründe üniforma gerektiren polislik, hemşirelik, askerlik gibi işlerde çalışan Müslüman kadınların da başörtüsü kullanmalarına izin verilmesini isteyen İslami gruplarla hükümet yetkilileri arasında çeşitli görüşmeler yapılıyor. Bu tip bir uygulamanın eşitlik ve adalet duygusunu zedeleyeceğini düşünenlerin karşısında, bunun inanç özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiği için özgür bırakılması gerektiğini söyleyenler yer alıyor. Çeşitli dini grupları, etnik toplulukları içinde barındıran Singapur’un bu sorunu da kolaylıkla aşacağına dair bir şüphem yok. Çünkü nüfusun yüzde 15’ini oluşturan Müslüman azınlık ülke sınırları içinde yıllardır özgür bir şekilde yaşamlarını devam ettiriyor, herhangi bir baskı ve zorlamayla karşılaşmıyor.

Ancak bu sorun sadece Türkiye ve Singapur ile de sınırlı değil. Gerek İslam ülkelerinde gerekse Batılı ülkelerde başörtüsü ve çarşaf hala çok büyük bir tartışma konusu. Örneğin İran’da başörtüsü takmak zorunlu, Arap ülkelerine ait havayollarının bir çoğunda ise hostesler ateist ya da başka bir dinden olsalar dahi başörtüsü takmak zorundalar. Suudi Arabistan’da kadınların araba kullanmaları dahi yasaklanmış durumda. Avrupa’da da bu konuda çok büyük tartışmalar söz konusu. Fransa, Belçika, İtalya, Almanya gibi ülkelerde kamuya ait iş yerlerinde, hatta halka açık alanlarda başörtüsü ve çarşafa yönelik kısıtlamalar söz konusu. Özellikle de 5 milyon Müslüman nüfus barındıran Fransa’da çok ciddi sınırlandırmalar gündemde. Bu nedenle tesettürlü kadınların çok büyük bir bölümü sosyal hayattan elini tamamen çekmiş durumda.

Aslında bu tartışmaları başörtüsü ya da çarşaf takma hakkıyla sınırlandırmak gerilimin en büyük nedeni. Bunu bir özgürlük sorunu olarak gördüğümüz zaman çözüm hiç şüphesiz çok daha kolay olacak. Eğer başörtülü hanımların haklarını savunanlar, başörtüsü kadar dekolte giyinen kadınların da haklarını savunsalar, ya da başörtü takmayan ve dekolte giyinenlerin haklarını savunanlar aynı şekilde başörtülü hanımların da haklarını savunsalar bu sorunlar hızla ortadan kalkacak. Başörtülü hanımların eğitim haklarının ellerinden alınması, istedikleri işlerde çalışamamaları bizi ne kadar rahatsız ediyorsa, başörtüsü takmayan hanımların da ikinci sınıf muamele görmeleri, bağnaz zihniyetteki kimseler tarafından “kirli ve günahkar” olarak itham edilmeleri de bizi bir o kadar rahatsız etmeli. Özgürlüğün içine tüm kadınların haklarını koymalıyız. Müslümanların da, gayri müslümlerin de, ateistlerin de, Budistlerin de...

Zaten Kuran ahlakının temelinde de bu anlayış yatmaktadır. İslam dini her türlü baskıyı, zorlamayı reddeder, İslam’da esas gönül kabulüdür. Bakara Suresi’nin 256. ayetinde Allah “Dinde zorlama yoktur” şeklinde emreder. Farklı inançlardaki kişilere ya da inançsız kişilere yönelik hiçbir baskı İslam dininde kabul edilemez. İslam inanç konusunda insanlara kesin ve açık bir dille, tam hürriyet tanır. Buna göre her insan kendi inançlarına göre ibadetlerini özgürce yerine getirebilir, inançlarına göre giyinebilir, inançlarına göre hareket edebilir. Hiç kimse bir diğerini kendi dininin ibadetlerini yerine getirmekten alıkoyamaz, inançlarına göre hareket etmesini yasaklayamaz. Bu, İslam ahlakına aykırıdır ve Allah'ın razı olmadığı bir davranıştır.

O halde başörtü konusunu suni bir gerilim olmaktan çıkartmanın yolu tartışma ortamları açmak, başörtüsü takmayanları ötekileştirmek ya da manevi bir baskı ortamı oluşturmak değil, alabildiğine özgürce bir ortamı savunmak olmalıdır. Unutmamak gerekir ki, dünya üzerindeki kadınların tek sorunu başörtüsü değildir. Kıyafete gelinceye kadar halledilmesi gereken o kadar çok sorunu var ki kadınların:

Dünyada her 3 kadından biri hayatının bir döneminde şiddete maruz kalıyor, 90 saniyede bir bir kadın tecavüze uğruyor, eşleri tarafından öldürülen milyonlarca kadın var, Arap dünyasında 2 kadından biri okuma bilmiyor, İran gibi ülkelerde kadına boşanma hakkı verilmiyor, dünya üzerindeki mültecilerin yüzde 80’ini kadınlar oluşturuyor[1] ve daha bunun gibi yüzlerce sorunu var kadınların. Müslüman ülkelere baktığımızda ise bu sorunların çok daha köklü olduğunu görüyoruz.

O halde yapılması gereken kadının tek sorununun başörtü takmak olduğu gibi yanlış bir yaklaşımı terk edip, bir an önce kadına hak ettiği değeri verecek bir zihin değişikliği için gayret etmek olmalıdır. Özellikle de İslam dünyasında kadını hala ikinci sınıf insan, hatta haşa hayvanla eş tutan bir anlayış hakimken tüm Müslümanların kendilerini başörtüsü tartışması içinde bulmaları gerçeklere gözleri kapamaktan başka bir şey değildir. Önce tüm insanlığa “kadına saygı, sevgi ve şefkat duymayı” öğretelim, Kuran’da da bahsedildiği gibi “kadınlara bir çiçek gibi davranmanın aciliyetini” anlatalım. İslami kaynaklarda yer alan hurafeleri delil göstererek kadını aşağılayan zihniyeti hep birlikte ortadan kaldıralım. Kuran’da kadın ve erkeğin her açıdan eşit olduğunun anlatıldığını tüm dünyaya gösterelim. Peygamberimiz (sav) döneminde kadınlarla erkeklerin sosyal hayatta her anlamda birlikte hareket ettikleri gerçeğinin gizlenmesine izin vermeyelim. Kadına yönelik bir zulüm sistemine dönüşen bu çarpık zihniyeti İslam ruhuyla ve el birliğiyle değiştirirsek, başörtüsü gibi tartışmalar da hiç şüphesiz kendiliğinden ortadan kalkacaktır.

19 Ekim 2013 Cumartesi

Gözler Ve Kulaklar Arasındaki Kusursuz Uyum

Gözler Ve Kulaklar Arasındaki Kusursuz UyumShare on facebo

organizasyon(1)

Sahip olduğumuz görme sistemi, çeşitli yöntemlerle konunun uzmanları tarafından tasarlanan görüntüleme teknolojileri ile kıyaslanamayacak derecede üstündür. Bu sistemin gelişmiş teknolojiye rağmen elde edilemeyen özelliklerinden biri de başımızı çok hızlı bir şekilde çevirsek bile değişmeyen görüntü netliği ve kalitesidir. Normal koşullarda başımızı her hareket ettirdiğimizde, tıpkı amatör bir kameramanın çektiği görüntülerde olduğu gibi kayan, bir noktaya odaklanamayan görüntüler görmemiz gerekirdi. Ancak asla böyle bir görüntü ile karşılaşmayız. Çünkü başımızı hangi yöne çevirirsek çevirelim otomatik olarak görüntüyü dengeleyecek şekilde gözümüz ters yöne hareket eder. Eğer başımızı her hareket ettirdiğimizde aynı yere bakabilmek için gözümüzü döndürmemiz gerekseydi bu hem çok zor olurdu hem de karışıklık çıkardı. Ancak böyle bir durum oluşmaz ve görme işlemi, bu otomatik ayar sistemindeki kusursuz detaylar vesilesi ile mükemmel bir şekilde gerçekleşir.

Yüce Allah’ın sahip olduğu ilmin sınırsızlığı bir Kuran ayetinde şöyle haber verilmiştir:

“Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah’tandır, sonra size bir zarar dokunduğunda yine O’na yalvarmaktasınız.” (Nahl Suresi, 53)

Görmemizi otomatik bir kamera sistemi ile ayarlayan bu refleksin bilimsel adı ise Vestibulo-oküler refleks’tir. Ancak bu refleks görevini yalnızca gözlerimiz sayesinde yerine getirmez. Bu refleksi çalıştırabilmesi için gözlerimizin çok önemli gizli bir yardımcısı vardır: Kulaklarımız…

www.insanmucizedir.imanisiteler.com

Kulağın Baş Dönme Hareketini Kontrol Eden Mükemmel İşleyiş Sistemi

Kulağımızın içinde “yarım daire kanalları” adı verilen yapılar, yerine getirdikleri görev ile birer yaratılış mucizesidirler. 

• Üç tane olan yarım daire kanalları, birbirine dik olarak birleştirilmiştir. 

• Bu üç kanalın her biri başımızla yapabileceğimiz üç çeşit dönme hareketi için Yüce Allah tarafından özel olarak yaratılmıştır. 

• Kanalların uçlarında “ampula” denilen kirpikli hücreler içeren bir bölüm bulunur. (Yaşamda ve Hekimlikte Fizyoloji, Sayfa 474, Prof. Dr. Ahmet Noyan, 14. Baskı Mart 2004, Meteksan Anonim Şirketi)

Yüce Allah’ın üstün aklının sonsuz sayıdaki delillerinden biri olan bu küçük kirpikli hücreler, başımızın bütün dönme hareketlerini algılar ve bunu beyne elektrik sinyali olarak iletir.

Bu Mucizevi Olay Nasıl Gerçekleşir?

Yarım daire kanallarının içinde bilimsel adı “endolymph” olan özel bir sıvı bulunur. Su dolu bir kova döndürüldüğünde kovanın suyun dökülmesini bir süre için engellemesi gibi, kulak kanalının içindeki su da hemen harekete geçmez. Bunun neticesinde sıvı tüycüğü büker. Bu mekanik etki başka bir yaratılış mucizesi ile elektrik sinyaline çevrilir. Ancak burada çok ilginç bir durum söz konusudur. Baş herhangi bir yöne çevrilmediği zaman bile kıl sağa veya sola doğru hareket eder. Bu şekilde daha sık veya daha seyrek olmak üzere belli aralıklarla elektrik sinyali üretilir.

Gözlerimizi Kameralardan Üstün Kılan Nedir?

Yüce Allah gözdeki mükemmel kamera sisteminin çalışabilmesi için her bir göz için altı tane ufak motorcuk var etmiştir. Bu motorcuklar, gözü altı yöne çevirebilen kaslardır. Biz gözümüzü bir tarafa doğru çevirmek istediğimizde beynimizden bu motorcuklara emir gider ve isteğimize uygun bir şekilde gözümüzü hareket ettirirler. Şüphesiz;

İçimizde başımızı çevirme isteğinin oluşması;

Bu isteğe yönelik beynimizden bir emir gelmesi;

Bu emrin elektrik kabloları yoluyla, gitmeleri gereken yere gönderilmesi ve,

Bu elektrik sinyalinin sonradan kaslar yoluyla istediğimiz şekilde hareket ettirilmesi elbette üzerinde düşünülmesi gereken detaylardır.

Gün içinde gözlerinizin hareketiyle ilgili bu detayların farkına bile varmazsınız. Ayrıca bu detayların gerçekleşmesi için fazladan bir çaba da harcamazsınız. Ancak yine de bu lüks ve benzeri bulunmayan kamera sistemi, eksiksizce ve gereksinim duyduğunuz netlikte çalışır. Bu mucizenin tek bir açıklaması vardır: Bu sistemin çalışması alemlerin Rabbi Yüce Allah’ın üstün ilmi ile gerçekleşmektedir.

“O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca varedendir, “şekil ve suret” verendir...” (Haşr Suresi, 24)

Göz ve kulak arasındaki kusursuz uyumun eksiksiz olarak çalışabilmesi için sistemin ve bu sistemi oluşturan her tabakanın, her parçanın aynı anda var olmaları gerekmektedir. Göz ve kulak bir bütün olarak Allah tarafından yaratılmıştır.

“De ki: “Siz, Allah’ın dışında taptığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Bana haber verin; yerden neyi yaratmışlardır? Ya da onların göklerde bir ortaklığı mı var? Yoksa Biz onlara bir kitap vermişiz de onlar bundan (dolayı) apaçık bir belge üzerinde midirler? Hayır, zulmedenler, birbirlerine aldatmadan başkasını vadetmiyorlar.”” (Fatır Suresi, 40)

www.yaratilisvebilimsiteleri.imanisiteler.com

Göz ve Kulağın Ortak Çalışması

Göz ve kulağın sahip olduğu birbirinden farklı sistemlerin yanı sıra, bu iki mükemmel yaratılış delilinin bir araya gelerek nasıl kusursuz bir görüntü oluşturduğu da önemli bir konudur. Örneğin başınızı sola çevirdiğinizde, soldaki yarım daire kanalından gelen sinyal, iki kablo yoluyla gözlere doğru hareket eder. Bu kablolardan biri sağ göze diğeri sol göze gider. Sağ göze giden elektrik kablosu, sağ gözdeki altı kastan gitmesi gerekene, yani sağ gözün sağ kasına gider. Sol göze giden kablo ise sol gözün sağ yandaki kasına gider. Burada ilginç olan nokta bu kasların iki göz için de farklı kaslardan oluşmasıdır. Ama ikisi de aynı işi yapar ve her ikisi de gözleri sağa çevirmeye yarar. Elektrik sinyalleri en son olarak harekete dönüştürülerek kusursuz görüntü sağlanmış olur.

Evrimciler Gözler Arasındaki Uyumu 

Birbirlerinden bağımsız olarak gören gözlerin görüntülerinin tek bir görüntü haline getirilmesi, bunu yaparken iki boyutlu görüntülere üçüncü bir boyut katılması son derece ince hesaplar gerektiren bir işlemdir. Eğer gözler tesadüfen oluşmuş organlar olsalardı, bu derece büyük bir uyum nasıl gerçekleşirdi? Hangi tesadüf saniyede milyonlarca farklı şifreyi değerlendiren hatta bu şifreleri birbirleriyle birleştiren kusursuz bir mekanizma yaratabilir? Eğer gözler arasında bir uyumsuzluk olsaydı, gönderdikleri sinyaller birbirlerine karışacak ve karmakarışık bir görüntü ortaya çıkacaktı. Ama böyle bir karmaşa söz konusu değildir. Birbirleriyle uyum içinde yaratılan iki gözün gönderdikleri sinyallerin, yine büyük bir uyum ile yaratılan beyin tarafından değerlendirilmesi sonucunda ortaya kusursuz bir görüntü çıkar. Böyle bir sistemin varlığını tesadüflerle açıklamaya imkan yoktur. Allah’ın yaratışındaki kusursuzluk bir ayette şöyle bildirilir:

“O, biri diğeriyle “tam bir uyum” (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir “çelişki ve uygunsuzluk” göremezsin. İşte gözü çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?” (Mülk Suresi, 3)

Vücudumuzdaki Taklit Edilemez Uyum Evrimi Çürütüyor

Göz ve kulak birbirinden çok farklı yapıda organlardır. Buna karşılık her biri mükemmel bir görüntü elde etmek için görevlerini eksiksiz olarak yerine getirir ve birbirlerini tamamlarlar. Görüntü ile ilgili bilgiyi beyne iletilmek için bu yol boyunca adeta elektrik kabloları döşenmiştir. Bir kablonun sonlanabileceği birçok alternatif uç varken, bütün kablolar tam gitmesi gereken yere varır. Bu kablolar hatasız biçimde beyinde sonlanır. Eğer gözler ve kulak tesadüfen oluşmuş organlar olsalardı, bu derece büyük bir uyumu nasıl gerçekleştirirlerdi? Evrimcilerin iddia ettiği hangi tesadüf saniyede milyonlarca farklı şifreyi değerlendiren hatta bu şifreleri birbirleriyle birleştiren kusursuz bir mekanizma var edebilir? Eğer gözler ve kulaklar arasında bir uyumsuzluk olsaydı, sinyaller birbirlerine karışacak ve karmakarışık bir görüntü ortaya çıkacaktı. Ama böyle bir karmaşa söz konusu değildir. Birbirleriyle uyum içinde yaratılan organların gönderdikleri sinyallerin, yine büyük bir uyum ile yaratılan beyin tarafından değerlendirilmesi sonucunda kusursuz bir görüntü ortaya çıkar. Böyle muazzam bir sistemin varlığını tesadüflerle açıklamaya hiçbir imkan yoktur. Yüce Allah’ın eksiksizce yaratması sonucunda meydana gelmiştir. Bir ayette Rabbimiz’in yaratışı şöyle haber verilir:

“O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz.” (Mü’minun Suresi, 78)

Sistem Bu Kadar Kusursuz Çalışmasaydı Neler Olurdu?

Eğer hareketsiz halde iken, elektrik üretilmeyip sadece tüycük büküldüğünde elektrik üretilseydi ne olurdu? O zaman başımızı sağa veya sola çevirdiğimizi anlar, fakat yönümüzü tayin edemezdik. 

Eğer yarım daire kanallarının biri eksik olsaydı ne olurdu? O zaman da başımızı çevirdiğimizi tam olarak algılayamazdık.

18 Ekim 2013 Cuma

Kaynaklar bombalar değil, eğitim için kullanılmalı

Ortadoğu’da son dönemlerde artarak devam eden mezhep taassubunun meydana getirdiği şiddet, ilk defa bu derecede acımasız ve hatta çılgınca boyutlara ulaşmıştır. Aynı dinin, aynı ortak temel değerlerine inanan, ancak farklı yorumlarını yapan mezheplerin kendi aralarında bu derece çatışması elbette kabul edilemez bir durumdur. İslam aleminde ilk defa görülen böylesine bir sevgisizlik ve sürekli kavga hali elbette hem bölge hem de dünya için büyük bir tehdit oluşturmaktadır.

Ortadoğu ve K. Afrika bölgesinde yaşanan mezhep çatışmalarının oluşturduğu bu tehdidinin bertaraf edilmesi elbette çok önemli ve aciliyetlidir. Ancak bu ciddi problemin çözümünde kullanılacak yöntemlerin akıllıca seçilmesi de elzemdir.

Çözüm için iki farklı yöntem karşımıza çıkmaktadır: Birincisi zihniyet inkılabı, ikincisi de şiddeti şiddetle bastırmaya çalışmak.

Peki bazı stratejistlerin öne sürdüğü gibi bu kavgalar, bölgedeki mevcut diktatörlerle ortadan kaldırılabilir mi? Elbette hayır. Diktatörlük rejimleri şiddeti ortadan kaldırmaktan çok, daha da çok şiddetle şiddeti bastırmaya çalışan, devlet terörü ve mafya yöntemleriyle insanları daha da aşırı radikal bir yapıya sürükleyen en akılsız/gaddarca sistemdir. Bu yapı, insanları daha büyük bir kin, nefret ve sevgisizliğe itmeye, şuuru tamamen kapanan kimi insanların terörü dünya çapına taşımalarına neden olur.

Oysa, dünyada şiddeti önleyecek güç, insanların fıtratında olan sevgi, şefkat ve merhamet duygularının, inananlar için de 3 büyük dinin özünde olan sevgi, barış ve kardeşlik inançlarının ön plana çıkarılmasıdır. Bunu kısaca özetlemek gerekirse “Terör sevgiyle yok edilir.” Terör ve şiddetin felsefi alt yapısı incelendiğinde, sevgisizliğin, insan olmanın, inançlı olmanın, kalbi yaklaşımların, sanatın, estetiğin o toplumlardan uzaklaştırıldığı görülecektir. Sevgi politikaları ve toplumların eğitilmesi ise sevgisizliği yeryüzünden silip atacaktır.

Nijerya örneğini ele aldığımızda, Boko Haram yani Batının eğitim sistemini haram olarak algılayıp düşman olarak gören cahil ve tümüyle İslam dışı bir düşünce/yapının bağnaz ve aşırı tutucu kesimlerce körüklendiği görülecektir. Oysa tüm dini inançlar gibi İslam dini de kendi kutsal kaynağı olan Kuran’da ilme, araştırmaya, kainatı tanımaya, düşünmeye, yazmaya ve okumaya insanları teşvik etmektedir. Günümüze kadar tüm İslam alimleri de ilim öğrenmede her yolu akılcılıkla kullanmıştır. Diğer taraftan, tek bir masum canı almanın bütün insanlığı yok etmekle eşdeğer tutan Kuran öğretisinde bir terör örgütünün İslam adı altında faaliyet yapması da tümden din dışılıktır. İşte bu yanlışları anlatacak imkanlar sayesinde tüm dünyaya her inancın sapkınlaştırılıp yozlaştırılmış şekilleri rahatlıkla deşifre edilecektir. Bu yapıları şiddetle bastırmaya çalışmanın ise imkansız olduğu ortadadır. Çünkü burada “saldırganlık” insanların kafalarına nakşedilmiştir. Geri kalmış toplumlar da hem bu hipnoz, hem şiddet korkusu ve hem de uydurulmuş hurafelerin etkisiyle kendilerini bu şiddet sarmalının içinde bulmaktadır.

Dolayısıyla kavganın bitmesi için çözüm, şiddete karşı şiddet değildir. Bunun yanında, yönetimleri halkların kendi kanaatine bırakmayıp demokrasiyi askıya almak da değil, topluma hakim olan yanlış kanaatleri değiştirmek çözümdür.

Nitekim, çatışmalara neden olan “bağnaz düşünce sahipleri” için şiddet, zaten din demektir. Şiddet, kendi kafalarındaki dinin bir gereği demektir. Dolayısıyla şiddeti önlemek için önce bu bağnaz felsefenin ortadan kaldırılması, kafaların değişmesi gerekmektedir. Bu da, başta tüm İslam alemini kapsayacak şekilde yapılacak anti-bağnaz bir eğitim seferberliği ve bilinçlendirme faaliyeti ile sağlanabilir.

Bunun için, bu faaliyeti yürütebilecek donanım ve iradeye sahip bir akıl, bir model gerekmektedir. Örneğin, Müslüman bir ülke olan, laik demokratik bir hukuk devleti Türkiye Cumhuriyeti’nde çatışma ruhu ve şiddet felsefesi asla galip gelememekte, insanların birbirine yönelik sevgi ve hoşgörüsünü yenememektedir. Türkiye bu manada İslam ülkeleri arasında göze çarpan tek model devlettir. Çünkü Türkiye, klasik gelenekçi İslam anlayışını değil modern yapıyı, bağnazlık ve tutuculuğu değil aklı selimin galip geldiği bir felsefeyi kendisine şiar edinmiştir. Bu yüzden güvenilirdir. Eğer Türkiye’nin İslam ülkelerini dizayn etmesine fırsat tanınırsa, bu modern, sevecen ve makul yapısıyla İslam aleminde kavgaya sebebiyet veren yapıların yenileceği ve cennet gibi bir ortamın oluşacağı derhal görülecektir.

Birçok Batılı analistin dile getirdiği gibi, Ortadoğu için geçmişte başarı kazanan makul örnekler üzerinde durmak akılcılıktır.

Boğaziçi Üniversitesi'nde katıldığı bir konferansta bir konuşma yapan Dilbilimci, düşünür Prof. Dr. Noam Chomsky “Belki öyle bir gün gelecek ki, bir seyyahın serbestçe Kahire'den Bağdat'a, oradan da İstanbul'a gideceği günlere geri döneceğiz. İnsanların mahalli yönetimlerle yönetimi üstlendiği günlere döneceğiz. Osmanlı'nın o günleri bize ders olacak. Belki bölgedeki herkes için daha iyi bir hayat olacak.” demiştir. Burada söylenen, tüm kavga ve çatışmalardan arındırılmış bir bölgenin var olmasının mümkün olduğudur ve Türkiye’nin miras aldığı kültürde bunu başardığının vurgulanmasıdır. http://www.ntvmsnbc.com/id/25415213/

Türkiye’nin 2.500 yıllık köklü bir kültüre sahip olduğu tarihinde Museviler, Hristiyanlar ve Müslümanlar başta olmak üzere tüm bölge halkları huzur ve kardeşlik içinde yaşamıştır. Avrupa’dan dışlanan Yahudilere bundan 520 yıl önce yine Osmanlı kucak açıp kendi topraklarının en gözde yeri olan İstanbul’a yerleştirmiştir.

Chomsky’nin Osmanlı döneminden alınacak dersler olduğunu belirten bu konuşmasının birçok benzerleri mevcuttur. Örneğin, İsrail Dışişleri eski Bakanlarından Abba Eban bir konuşmasında, Romalılardan ve her istilacıdan sadece zulüm, kan ve işkenceye layık görülen Kudüs ve Yahudi halkının ancak ve ancak Osmanlı döneminde, insanca yaşamanın, eşitliğin ne demek olduğunu ve huzur tadının ne anlama geldiğini öğrendiğini belirtmiştir.  (İlhan Bardakçı, "Biz Hiç Irk Olmamışız", Tercüman, 7 Mayıs 1983)

Konuyu ekonomik ve teknik açılardan ele aldığımızda ise, radikal oluşumları sindirip etkisiz hale getirmek amaçlı harcanacak enerji ve paranın, alınacak askeri tedbirlerin de hiçbir güç tarafından karşılanamayacağı ortadadır. Dünyanın son dönemde girdiği ekonomik kriz de göz önüne alındığında dünyanın her tarafını karakol haline getirmektense, insanların zihinlerindeki yanlış inançları değiştirmenin daha kesin çözüm olacağı ortadadır. Silahlanmaya harcanan paraların kardeşliğin pekişmesine harcamasının daha akılcı bir yol olduğu ortadadır.

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Gizli Bir Tehlike: "BENLİK" Duygusu


  • Benlik duygusu niçin tehlikelidir?
  • Bu gizli tehlikenin belirtileri nelerdir?
  • Kişi hangi durum ve olaylar karşısında kendisine benlik verir?
  • Bu tehlikeden kurtulmanın yöntemi nedir? 
Her sabah uyandığımız andan itibaren kendimize ait bilgileri yeniden hatırlarız. Nerede oturduğumuz, kaç yaşında olduğumuz, işimiz, çevremiz, ailemiz ve o güne ait yapacağımız işler hemen zihnimizde belirir. Aynaya baktığımızda gördüğümüz yüz ve bedenimiz hep aynıdır. Doğduğumuz andan itibaren kesintisiz olarak devam eden olaylar, kendimize ait bilgiler ve aynada değişmeyen görüntümüz sebebiyle “ben” diyebileceğimiz bir varlığa dönüşürüz. 

Oysa eğer Allah dilemiş olsaydı her sabah farklı bir bedende, farklı bir hayat içinde ve dünyanın değişik bir yerinde uyanabilirdik. Her gece uyuduğumuzda bizi öldüren ve uyandığımızda tekrar dirilten Rabbimiz için bu elbette çok kolaydır. Nitekim rüyalarımızda kendimizi, çoğu zaman hiç alışık olmadığımız bir ortamda ve olaylar içinde buluruz. Üstelik rüyalarda ben diyebileceğimiz bir bedenimiz olmadan bulunduğumuz ortamı algılarız. Benzer bir durum Allah’ın izniyle cennette yaşanacaktır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Şüphesiz ki cennette bir çarşı vardır. Fakat orada hiçbir şeyi satın almak ve hiçbir şeyi satmak yoktur. Ancak erkekler ve kadınlar suret ve şekilleri vardır. Binaenaleyh orada hangi kılığı istediğinde ona girecektir.” [Tezkireti'l Kurtubi, s. 326/564] hadis-i şerifi ile cennette suret değiştirmenin mümkün olduğunu bildirmektedir. Bu hadis-i şeriften ahirette, dünyada anladığımız anlamda sahiplenebileceğimiz ve ben diyebileceğimiz bir bedenimizin olmadığını anlayabiliyoruz (Doğrusunu Yüce Allah bilir).
O halde “ben” dediğimiz beden ve her uyandığımızda hafızamızda yeniden canlanarak süreklilik gösteren hayatımız, dünyaya özgüdür ve Rabbimiz’in imtihanının bir gereğidir. İşte bize bahşedilen özellikleri sahiplenmek ve onlara kendi irademizle sahip olduğumuzu düşünmek birçok insanı büyük yanılgıya götüren bir sebeptir.

Benlik Duygusunu Kuvvetlendiren Özellikler

 Bedeni Sahiplenme:

İnsanların en çok “benlik” yükledikleri varlık kendi bedenleridir. Nitekim güzel olan kişi bu güzelliği ile övünür. Bedenindeki bazı kısımları beğenmeyen bir kişi ise beğenmediği bu özelliklerinden dolayı aşağılık kompleksine kapılır. Oysa Yüce Allah her kişiyi bu özellikleri ile imtihan eder. Eğer söz konusu kişiler "... ve size düzenli bir biçim (suret) verdi; suretlerinizi de güzel yaptı...” (Tegabün Suresi, 3) ayetinde haber verildiği gibi onları bu şekilde yaratanın Yüce Allah olduğunu unuturlarsa kendilerine benlik vermiş olurlar.    
Rabbimiz dilerse güzel olan kişinin güzelliğini bir hastalık veya kaza ile bir anda elinden alabilir. Kendisini beğenmeyen kişiye de bir hastalık verebilir veya uzuvlarından birini kaybettirerek beğenmediği kısımlarının aslında ihtiyaçlarını karşılamak için ne kadar önemli birer nimet olduklarını hatırlatabilir. 
Beden bu dünyada geçici bir süre için kullandığımız bir araçtır. Ölümle birlikte toprağın altında çürüyüp yok olacaktır. Bu nedenle kişilere düşen Yüce Allah’ın kendilerini yoktan yarattığını düşünüp O’na şükretmek olmalıdır. Dünya hayatı boyunca kullandığımız bedeninin kibirine veya kompleksine kapılmak yerine, ona çok iyi bakmak ve onu İslam’a hizmet etmek için en faydalı şekilde kullanmak Yüce Allah’ın rızasını kazandıracak tek yöntemdir.

Karakter Özelliklerini Sahiplenme

İnsanların bir kısmı da çocukluktan itibaren Yüce Allah’ın bahşettiği birtakım güzel karakter özelliklerini sahiplenir. Bu özellikleri dolayısıyla övünür ve kendini ön plana çıkararak benlik verir. Oysa bu insanların kendilerine benlik vermelerine neden olan güzel özellikler, aslında Yüce Rabbimiz’in isimlerinin insanlar üzerinde tecelli etmesidir. Örneğin bir kişinin merhametli olması Yüce Allah’ın Erhamurrahimin isminin, şefkatli olması Rauf isminin, bağışlayıcı olması Gaffur isminin, adil olması Adl isminin o kişide tecelli etmesinden kaynaklanır.
"Oysa O, sizi gerçekten tavır tavır yaratmıştır." (Nuh Suresi,14) ayetinde haber verildiği gibi Yüce Allah her insanı farklı karakter özellikleri ile yaratmıştır. Kişinin mülayim, sinirli, heyecanlı, neşeli veya sakin yapılı olması kendinden kaynaklanan özellikler değildir. Bu nedenle bu karakter özelliklerini sahiplenmesi, kötü olanları değiştirmekten kaçınması, iyi olanlar ile övünmesi kendine benlik vermesi anlamına gelir. 
Her insan, Allah’ın beğenmediği karakter özelliklerinden kurtulmak ve Kuran ahlakına uygun yaşamakla yükümlüdür. Bunun için yapması gereken; niyet etmek, Allah’a sığınmak ve şiddetle dua ederek O’ndan, razı olmayacağı bu karakter özelliklerinden kurtulmak için yardım istemektir.

Hataları ve Başarıları Sahiplenme

Kişinin başarılarını ya da hatalarını kendi eseri zannetmesi de benlik duygusu, dolayısı ile gizli şirke neden olan durumlar arasındadır. Örneğin bir kişi başarılı bir konuşma yaptığında o konuşmayı kendi aklıyla kendisinin yaptığını zannedebilir. Oysa Kuran’da dikkat çekildiği gibi “nutku verip konuşturan” Rabbimiz’dir. O dilemedikçe insanın konuşması, üstelik hikmetli bir şekilde konuşması mümkün değildir. Aynı şekilde mesleğinde başarı elde eden veya bilimsel keşiflerde bulunan bir kişi de bunların tümünü Yüce Allah’ın yardımıyla gerçekleştirir. İnsanın Allah’ın dilemesi dışında bir başarı elde etmesi mümkün değildir. Nitekim bir Kuran ayetinde Rabbimiz insanın hiçbir şey yapmaya kudreti olmadığını şöyle bildirir:
“Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Gerçekten Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İnsan Suresi, 30)
Yine aynı şekilde insanın yaptığı hataları sahiplenmesi de yanlıştır. Hatayı yaptıran Yüce Allah’tır. Rabbimiz kullarına hata yaptırarak onların kendi acizliklerini görmelerini ve her türlü kusur ve hatadan bir tek Zatı’nın münezzeh olduğunu hatırlatarak Kendisi’ne tevbe etmelerini istemektedir. Zaten başarı da hata da Yüce Allah kaderde o şekilde takdir ettiği için yaşanır. Bu nedenle insana düşen sadece yaptığı hatalar için tevbe etmek, başarılı olduğu durumlarda da şükredip Yüce Allah’ın rızasını kazanma yolundaki mücadelesine devam etmektir.

Maddi ve Manevi Özellikleri Sahiplenmek

Bir kişinin mezun olduğu okul, eğitim düzeyi, bildiği yabancı diller, zenginliği, makamı, soyu, çocuklarının zeki ve güzel olması o kişinin kendisinde var olan bir üstünlükten dolayı ona verilmemiştir. Kişilerin kendilerindeki bir bilgi dolayısıyla sahip olduklarını zannettikleri bu özellikler gerçekte Allah dilediği için vardır. Yüce Allah bu özellikler ile onları imtihan etmektedir. Nitekim Rabbimiz bu gerçeğe bir Kuran ayetinde şöyle dikkat çeker:
“Mallarınız ve çocuklarınız sizin için ancak bir fitne (bir deneme)dir. Allah ise, büyük ecir (en güzel karşılık) O'nun Katında olandır.” (Teğabün Suresi, 15)
İnsanın sahip olduğu maddi ve manevi özellikler karşısında şımarmak yerine Allah’a şükretmesi ve kendisine bu imkanları verenin Allah olduğunu hep hatırında tutması gerekir. 

Benlik Duygusundan Kurtulmak İçin;

Allah’la Samimi ve Kesintisiz Bağlantı Kurmak

İnsanın kendisine yüklediği benlik duygusundan kurtulmasının mutlak çözümü Allah’ın gücünü, büyüklüğünü ve yarattığı kaderin kusursuzluğunu tam olarak kavramasına bağlıdır. Yüce Allah’ın sonsuz büyüklüğünü kavrayan bir insan, artık O’nunla kesintisiz bir bağlantı kurar. Sahip olduğu, gördüğü ve yaşadığı her şeyi yaratanın Allah olduğunu bilerek O’na yaklaşır, kendisinin aciz bir kul olduğunu, tek sığınılacak, yardım istenecek gücün Zatı olduğunu Kuran’da tarif edildiği biçimde için için ve yalvara yalvara dile getirir. Sabah kalktığı andan itibaren hemen dikkatini toplayarak Allah’ı zikreder. O’na kaderindeki görüntüde en hayırlı olanı yaratması, başka insanları vesile kılarak kendisine yardım etmesi için dua eder.

Tevazu Sahibi Olmak

Dikkati ve şuuru açık olan daima Allah’a yönelip dönen bir mümin, hiçbir zaman kendisine benlik veremez. Çünkü Allah’ın karşısındaki aczini, herşeyin asıl sahibinin O olduğunu bilir ve Rabbimiz’e karşı bunun tevazusunu yaşar. Nitekim Kuran’da peygamberlerin tamamı Allah’a karşı acz içinde olan tavırları dolayısı ile övülmüşlerdir. Hz. Zülkarneyn (a.s.) da Kuran’da örnek verilen peygamberler arasındadır. Bilindiği gibi Hz. Zülkarneyn (a.s.)’a Yüce Allah güç, imkan ve nimet vermiştir. Hz. Zülkarneyn (a.s.) da Ye’cuc ve Me’cuc tehlikesine karşı kendisinden bir kavim yardım istediğinde hemen onlara yardım etmiştir. Hz. Zülkarneyn (a.s.) da güç ortama rağmen bozgunculuğu önlediği halde bu büyük başarısından kendisine pay çıkarmamış tam tersine hemen Rabbimiz’i yüceltmiştir. Onun bu üstün ahlakı ve tevazusu ayette şöyle haber verilir:
“Dedi ki: “Bu benim Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin va’di geldiği zaman, O, bunu dümdüz eder; Rabbimin va’di haktır.”” (Kehf Suresi, 98)

Acizliği Tefekkür Etmek

Derin düşünmek, insanın kendine benlik vermesini engelleyen unsunlardan bir diğeridir. Bunun için öncelikle kişinin kendisinin bir tecelli olduğunu düşünmesi gerekir. Unutmamak gerekir ki Allah’ın dışındaki varlıklar yalnızca O’nun tecellileridir. O’nun dilemesiyle var olmuşlardır, O’nun dilemesiyle varlıklarını devam ettirirler. Bu nedenle göz rengimizi, boyumuzu, yaşadığımız yeri, arkadaşlarımızı kısacası ben ve hayatım dediğimiz herşeyi bir kader doğrultusunda yaratan ve belirleyen Yüce Allah’tır. Rabbimiz’den  başka herşey ve herkes gibi kendimiz de sonsuz aciz, sonsuz fakir, sonsuz muhtaç birer varlığız. Bizim  kendimize ait bir gücümüz, kabiliyetimiz olamaz. Çünkü kainattaki herkes ve herşey gibi yokluktan Rabbimiz’in dilediği özelliklerde ve ”Ol” emri ile yaratıldık. Doğumumuzu biz belirlemediğimiz gibi hayatımıza ve kendimize dair hiçbir şeyi de belirleyemeyiz. Sahip olduğumuz hiçbir özellik kendimizden kaynaklanmaz. Biz Allah’ın Bari (yaratan kusursuzca var eden) isminin birer tecellisiyiz. Mutlak güç olan sonsuz büyük olan Yüce Allah’tır. Bizler ve tüm kainat Rabbimiz’in gölgesiyiz. Aslı olmadan gölgenin kendisine bir benlik vermesi ve var olması ne kadar imkansızsa, bizim de kendimize benlik vermemiz o kadar imkansızdır. Bize düşen bizi yoktan yaratan, bir düzen içinde biçim veren, yaşatan, rızıklandıran Rabbimiz’e kulluk etmek ve şükretmektir. Müminlerin cennetteki şükürleri bu bakımdan dünyada da bize örnek olmalıdır. Rabbimiz ayette şöyle buyurmuştur:
“Oradaki duaları: "Allah'ım, Sen ne Yücesin"dir ve oradaki dirlik temennileri: "Selam"dır; dualarının sonu da: "Gerçekten, hamd alemlerin Rabbi olan Allah’ındır."” (Yunus Suresi, 10)
Şirki yalnızca, elle yontulmuş birtakım heykelciklere secde etmek şeklinde algılamak çok dar ve basit bir bakış açısıdır. Bu tür kişiler şirk kavramının İslam’ın hakim olmasından sonra Kabe’deki putların kırılmalarıyla ortadan ebediyen kalktığını zannederler. Oysa Kuran’da şirki ayrıntılarıyla tarif eden ve müminleri şirkten şiddetle sakındıran çok sayıda ayet vardır. İnsanın kendisine benlik vermesi de çok açık bir şirktir. Bu konumda olan insanların vicdanlarının ve şuurlarının kapandığı bir ayette şöyle bildirilir: “Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp-düşünmüyor musunuz?” (Casiye Suresi, 23)

sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://umutmustafa.blogspot.com/

25 Ağustos 2013 Pazar

Tevbe Etmek Berekettir, Kalbe Ferahlık Verir

Allah insanı çok aciz bir varlık olarak yaratmıştır. Cahillik veya bilgisizlikten dolayı insan gaflete kapılabilir, en iyi bildiği konuları bile unutup yanılabilir, eksik veya hatalı düşünebilir, yanlış kararlar alabilir, bilerek veya bilmeyerek kusurlu bir davranışta bulunabilir. Çünkü insanı Allah’a karşı isyana sürüklemeye çalışan, vesvese vererek doğru yolu üzerine oturmaya çalışan şeytan gibi amansız bir düşmanı vardır. Nefis gibi de sürekli olarak kötülüğü emreden bir yönü vardır. İnsan bu iki negatif güçten kendisini koruyabildiği ölçüde Allah’ın rızasını ve hoşnutluğunu kazanabilir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri “bu tahribat, sefahet ve cazibedar hevesat (dünyanın cazip yönlerinin çok olduğu)zamanında davranışlarımızda temel hareket noktamızın, şerleri (kötülükleri)def etmek ve günahları terk etmek” olduğunu belirtir. Ancak her ne olursa olsun Allah insanlara hatalarını telafi edebilmeleri için mutlaka bir yol gösterir; bu yol tevbedir.
Rabbimiz’in Sonsuz Merhamet ve Şefkat Sahibi, Kullarına Karşı Lütufkar ve Esirgeyici Olması Çok Büyük Bir Nimettir
Allah, insanlara hata ve günahlarından dolayı her zaman bağışlanma dileme ve tevbe etme imkanı tanır. Samimi olarak hatalarından vazgeçen ve Allah’a tevbe eden kimse Allah’ın kendisini bağışlayacağını umabilir. Allah Kuran’da pek çok ayette ‘Affeden’, ‘Bağışlayan’ ‘Koruyan’ ‘Rahmet eden’ olduğunu bildirir. Allah’ın Tevvab yani ‘Tevbeleri kabul eden’, Gafur yani ‘Bağışlayan’, Rahman yani ‘Merhamet eden’ yüce sıfatları pişman olan ve tevbe eden herkesin üzerinde tecelli eder. Allah bir ayetinde “Haber ver kullarıma; şüphesiz Ben, Ben bağışlayanım, esirgeyenim.” (Hicr Suresi, 49) diye buyurarak kullarını müjdeler.
İnsanın hayatı boyunca hiç hata yapmayacağını, eksiksiz ve kusursuz olduğunu iddia edebilmesi imkansızdır. Çünkü insan hata yapabilecek aciz bir varlık olarak yaratılmıştır. Yüce Rabbimiz ise sonsuz bağışlayan ve tevbeleri kabul edendir. Bu nedenle müminin bilerek veya bilmeyerek, gaflete kapılarak ya da nefsine uyarak işlediği hataları konusunda yapması gereken, bunlardan ibret almaktır. Pişman olup doğruya yönelmek, vakit geçirmeden Rabbimiz’e sığınmak ve bir daha o hatayı tekrarlamamak için gayret göstermektir. Elbette ki insan hata yapmamaya ve günah işlememeye, Rabbimiz’in sınırlarını korumaya çok özen göstermelidir. Fakat buna rağmen hata yaptığında da, Allah’tan bağışlanma dilemesi çok güzel bir mümin özelliğidir. Rabbimiz’in ‘Tevbeleri kabul eden’ (Tevvab), ‘Bağışlayan’ (Gafur), ‘Merhamet eden’ (Rahman) isimleri de hatalarından pişman olan ve tevbe edip Allah’a yönelen müminler üzerinde tecelli eder.
Tevbeyi sık yapmak önemli bir mümin özelliğidir
Müminin sık sık tevbe etmesi onun tevazusunun ve Allah karşısında aczini ve farkını bilmesinin bir alametidir. Allah’ın rızasına uygun bir harekettir. Bu ibadete karşılık olarak da Allah çok tevbe eden kişilerin kalbine ferahlık verir, üzerindeki ağırlığı kaldırır, aklını açar.
Tevbede Allah’ın istediği, kişinin hatalarından ders ve ibret almasıdır
Müminin tevbe etmesindeki hikmetlerden biri kesin bir pişmanlık yaşayarak vakit geçirmeden Allah’a sığınıp bir daha o hatayı yinelememek için gayret göstermesidir. Yani gerçek ve içten bir tevbe yapmasıdır. Niyetine ve sözüne sadık kalıp, ölüm gelinceye kadar da doğru istikamet içinde olup tevbe etmesidir. Kuran’da, “Allah’ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder...” (Nisa Suresi, 17) ayetiyle, samimiyetle tevbe eden bir kişinin bakış açısının nasıl olması gerektiği tarif eder. Bir başka ayette de Allah “Ve ‘çirkin bir hayasızlık’ işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. Allah’tan başka günahları bağışlayan kimdir? Bir de onlar yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar etmeyenlerdir.” (Al-i İmran Suresi, 135) diyerek müminin tavrının nasıl olması gerektiğini bildirir.
Yapılan hatalardan hemen Allah’a sığınılması, tevbenin geciktirilmemesi önemli bir noktadır. Çünkü hatalar, Bediüzzaman Hazretleri’nin tarifiyle “tevbe ile çabucak silinmezse, kalbi ısıran zehirli bir yılan haline dönüşür. Kalp de bir defa lekelenince artık yeni lekelere açık hale gelir. Böylece insan fasid (bozuk) bir daire içine düşer. Her günah yeni bir günahı doğurur; doğurmakla kalmaz, insanın içindeki tevbe ve nedamet (kıskançlık) duygularını da pörsütür. Nihayet “Hayır hayır, onların kalbleri pas bağladı.” (Mutaffifin, 83/14) sırrı zuhur eder.
Elbette samimi pişmanlığı yaşayan bir kişi işlediği hatayı veya günahı tekrarlamamaya itinayla gayret etse de yine aynı hataya düşebilir. Bu durum, kişinin kendine olan güvenini yitirmesine sebep olmamalıdır. Ölene kadar her insan için her an tevbe etme ve samimiyetle Allah’a teslim olma yolu açıktır.
Fakat insan da kendisine tanınan süreden dolayı aldanmamalıdır. Allah’ın merhametini, affediciliğini, bağışlayıcılığını suistimal edecek bir ahlak göstermemelidir. Allah’ın kendisine tanıdığı süreyi lehinde kullanmalı, vakti varken tevbe ve bağışlanma dileyerek hidayete yönelmelidir. Çünkü ölüm anındaki iman ve tevbe Allah Katında geçerli olmayabilir. Bu nedenle her an ölecekmiş gibi hareket etmek ve ahlakını güzelleştirmek için gayret etmek zorundadır.
Unutulmamalı ki, insan hayatı boyunca küçük veya büyük nasıl bir hata yaparsa yapsın, samimi olarak tevbe ettiği müddetçe, samimi bir kalple, bağışlayan ve esirgeyen, tevbeleri kabul edip günahları iyiliklere çeviren Allah’a yöneldiği sürece geçmişte yaptığı hatalarının bağışlanmasını umabilir. Allah, tevbenin karşılığını mutlaka verir. Günahlarını bağışlayarak iyiliklere çevirir, yaptığı ve yapacağı hayırlı ve güzel işleri en güzeliyle ödüllendirir.
Yapılan Her Hata Bir Hikmetle Yaratılmıştır
Allah’ın bağışlayan sıfatı, Rabbimiz’in insanlara sunduğu en büyük nimetlerden ve kolaylıklardan biridir. İnsanın ümitsizliğe kapılıp yaptığı hatalardan sonra kendini bir daha toparlayamayacağını düşünmesi çirkin bir zandır. Allah’ın şefkatini, merhametini, bağışlayıcılığını göz ardı eden kişi kendi kendine zulmetmiş, aynı zamanda da Kuran ahlakının gereğini uygulamamış olur. Hatalar, bu hatalar karşısında bunlardan hemen vazgeçen ve Kuran’a uygun bir tavır sergileyerek bunları telafi eden samimi müminlerin ahiretteki derecelerini yükseltir, onları olgunlaştırır, eksiklik ve acizliklerinin, kulluklarının daha iyi bilincine varmalarını sağlar. Önemli olan kişinin günahında ısrar etmeden hemen pişman olup tevbe etmesidir. Ayetlerde Rabbimiz salih amellerde bulanan, zekatı veren, kısaca Kuran ahlakını yaşayanları bağışlayacağını ve rahmetine sokacağını bildirmektedir: 
“Gerçekten Ben, tevbe eden, inanan, salih amellerde bulunup da sonra doğru yola erişen kimseyi şüphesiz bağışlayıcıyım.” (Taha Suresi, 82) 
İnsanları din ahlakından uzaklaştıran sebeplerden bir tanesi, işledikleri günahların getirdiği suçluluk duygusu nedeniyle kendilerini “asla düzelmez, iflah olmaz” kimseler olarak görmeye başlamalarıdır. Allah’ın Rahman ve Rahim isimlerini, tevbeleri kabul eden, sonsuz bağış sahibi olan olduğunu unutan bu insanları şeytan sürekli kışkırtır ve günah işleyen bir insana “sen zaten günahkarsın, artık düzelmen mümkün değil, bunu böyle kabul et” telkini verir. Daha sonra da kişiyi “nasıl olsa bir kez günah işledin, tekrar işlemenin hiçbir kaybı olmaz” gibi kandırmacalarla çok büyük bir batağın içine çeker. İnsanın günahı nedeniyle Allah’a karşı duyduğu mahcubiyet hissini kullanır ve bunu o insanı Allah’tan tamamen uzaklaştırmak için suistimal eder. Ancak şeytanın her hilesi gibi bu da zayıftır. Çünkü bir insanın günah işlemesi, o kişinin artık doğru yolu bulamayacağı anlamına gelmez. Allah, günahlarından dolayı samimi bir şekilde tevbe eden, bağışlanma dileyip artık o günahı işlememeye azmeden herkesi bağışlayacağını Kuran’da şu şekilde bildirmiştir:
“Ancak kim işlediği zulümden sonra tevbe eder ve düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Muhakkak Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Maide Suresi, 39)

sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://umutmustafa.blogspot.com/

23 Ağustos 2013 Cuma

Zalimlik Ve Merhametsizlik İnançsızlığın Bir Sonucudur

  • Bazı insanların saldırgan, zalim ve merhametsiz olmasının nedenleri nelerdir?
  • Merhametsizliğin toplumda oluşturduğu sorunların çözümü nedir?
Hemen her gün medyada, ailesini yaşatmak için yardım dilenen, ekmek bulamadığı için açlıktan ölen, oturacak ev bulamadığı için çadırlarda yaşayan, haksızlığa uğrayan insanların haberlerini görürüz. İntihar eden, birbirlerini öldüren, saldırıya uğrayan, sakatlayan, kavga eden insanlarla ilgili haberlere rastlarız. Bu yıllardır değişmeden devam eden bir durumdur. Bu konuda çeşitli çareler düşünülür, yardım kuruluşları devreye girer, aşevleri açılır ve benzeri tedbirler alınır. Ancak bütün uğraşılara rağmen bu haberler azalmamakta aksine artarak devam etmektedir. 
Hatta günümüzde durum öyle bir hal almıştır ki çıkarlar söz konusu olmadıkça çoğu zaman kimse kimseye yardım bile etmez. Bazı insanlar yüzlerce kişinin doyabileceği yemekleri çöpe atmakta sakınca görmezken bazı insanlar da hemen bu yerlerin yanı başındaki bir sokakta aç yaşamakta hatta açlıktan ölmektedir. Bu gibi insanlar sahtekarca yöntemlere başvurarak birbirlerinin malını haksız yere yemekten, başkalarının haklarını sömürerek para kazanmaktan çekinmemekte, etraflarında gördükleri adaletsizliklere, yanlışlara karşı mücadele etmemekte ve haksızlıklara karşı seslerini çıkartamamaktadırlar. Dolayısıyla böyle bir ortamda zalim ve merhametsiz olanlar, zayıf ve güçsüz olanları istedikleri gibi ezmektedirler.
Günümüz Toplumlarındaki Kargaşa Ortamının Ana Sebebi İnançsızlığın Getirdiği Zalimlik ve Merhametsizliktir
Merhametin gerçek anlamını ve merhametli bir insanın vasıflarını en doğru şekilde öğrenebileceğimiz kaynak, Kuran’dır. Kuran’da insanları merhamete yönelten, bu konuda teşvik eden pek çok ayet vardır. 
İslam ahlakının hakim olduğu bir toplumda gerek maddi gerekse manevi açıdan büyük bir huzur ve rahatlık yaşanır. Böyle bir toplumda insanlar ihtiyaç duydukları anda çevrelerindeki kişilerden mutlaka yardım görürler. Çocuklar sevgi ve merhametin hakim olduğu ortamlarda yetişirler. Zayıf olanlar kuvvetliler tarafından korunur kollanırlar. Hiç kimse başkasının hakkına tecavüz etmez. Herkesin birbirini koruyup-kolladığı, birbirini rahat ettirmeye çalıştığı bir toplumda elbette ki korunup gözetilmesi gereken hiç kimse kalmayacaktır. 
Kuran ahlakının tam olarak yaşandığı bir toplumda adaletsizlik, kargaşa, baskı, zulüm hiçbir şekilde görülmez. Böyle bir ortamda her zaman şefkat, merhamet, huzur, adalet hakimdir. 
Merhamet, Allah sevgisi ve Allah korkusu ile oluşan bir histir. Allah’ı çok seven bir insan Allah’ın yarattıklarını da çok sever, onlara büyük bir şefkat ve merhamet duyar. Rabbimiz’e karşı duyduğu güçlü sevgi ve bağlılıktan dolayı, Kuran’da emredildiği doğrultuda insanlara karşı güzel ahlaklı davranır, Allah’ın merhamet konusunda emrettiklerini yerine getirir.
Merhamet duygularıyla dolu olan bir insan baktığı her şeyde bir güzellik, bir hayır görür. Fakirleri kollar, zayıf düşmüş olanı korur, ihtiyacı olana yardım eder. Allah sevgisi ve Allah korkusundan kaynaklanan merhametin yaşanmadığı bir toplumda ise zengin fakiri kollamaz, haksızlığa uğrayanın hakkı savunulmaz, açıkta kalan insan barındırılmaz.
Dinsizliğin getirdiği kargaşa ve zulüm ortamından kurtulmanın tek yolu, Allah’ın Kuran’da öğrettiği ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in tavsiye ettiği merhamet anlayışını tam anlamıyla yaşamaktır. Kuran’da bu ahlakın önemi şöyle bildirilmiştir:
“Sonra iman edenlerden, sabrı birbirlerine tavsiye edenlerden, merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır.” (Beled Suresi, 17-18) 
Bazı toplumlar içerisinde zalimlik ve merhametsizliğe karşı kesin bir çözüme ulaşılamamasının altında yatan sebepler bencillik, kişisel çıkarlar ve hırslar, umursamazlık gibi ahlaki bozukluklardır. Ve bu bozuklukların ortadan kalkmasının tek yolu da, insanlara Kuran’ın sunduğu ahlak modelini anlatmak, vicdansızlığın ahirette hesabının verileceğini hatırlatmaktır.
Toplumda Merhametin Yaygınlaşması İçin…
Toplumda bir davranışın yaygınlaşması için önce o toplumun fertlerinin bu davranışı ve temelindeki anlayışı kavrayıp benimsemesi gerekmektedir. Din ahlakından uzak yaşayan insanların iyi ve güzel olana yönelmeleri ise son derece kolaydır. Merhamete yönelmek, insanın kendi içinde alacağı tek bir karar ve tek bir niyet değişikliğine bağlıdır.
Bu niyet değişikliğinin ardından kişi hem dünyada hem de ahirette güzel bir hayat yaşayacak ve Kuran ahlakını yaşamanın mükafatını Allah Katında alacaktır. Ayrıca Yüce Allah, Kuran ahlakını yaşamaya karar verip zulmü terk eden kimsenin günahlarını da bağışlayacağını bildirmiştir:
“Ancak kim işlediği zulümden sonra tevbe eder ve (davranışlarını) düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Muhakkak Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Maide Suresi, 39)
Kuran’da bildirilen güzelliklerin yaşanması için gereken tek şey, insanların önce kendilerinden başlayarak Kuran ahlakını yaşamaya niyet etmeleri, daha sonra da insanlar arasında aynı ahlakı yaymak için gayret göstermeleridir. Kuran’da bildirilen ahlak yaşandığı zaman, toplum içinde hiçbir ayrım gözetmeden, herkes adaletli, merhametli, hoşgörülü, sevgi dolu, saygılı, affedici, dürüst olacak, Allah’ın izniyle yeryüzünde huzur ve barış hakim olacaktır. Rabbimiz bu konuyla ilgili olarak, müminlerin sahip olması gereken üstün ahlakı bir ayetinde şöyle bildirmiştir:
“Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” (Al-i İmran Suresi, 104)
Gerçek adaletin sağlandığı toplumlarda sahtekarlık, çıkar gözetme, birbirinin hakkına tecavüz etme gibi ahlak bozukluklarına insanlar tenezzül etmezler. Çünkü Kuran ahlakının temel özelliklerinden olan yardımlaşma, merhamet gibi vicdanlı tavırların sonunda kesin olarak adaletli bir ortam oluşur ve herkesin çıkarı, herkesin hakkı korunmuş olur. Bütün bunların neticesinde de toplumun tamamına huzur ve güven hakim olur. O halde tüm Müslümanların yapması gereken, Allah’ın hoşnut olacağı ahlakı insanlara anlatmak, hak dini tüm dünyaya tebliğ etmektir. Çünkü bu, inananların Kuran’da dikkat çekilen en önemli özelliklerinden biridir. Allah ayetlerde şöyle buyurmaktadır:
“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a iman edersiniz.” (Al-i İmran Suresi, 110)
Müminler Vicdanları Gereği Olaylar Karşısında Kayıtsız Kalmazlar
Olaylara vicdanlarını ve akıllarını kullanarak sahip çıkan insanlar çok hızlı bir şekilde eksikleri ve ihtiyaçları tespit ederek, çözüm için yöntemler üretebilirler. İnsanlar genellikle eksiklikleri göremezler veya görmezlikten gelirler. Vicdanlarını rahatsız etse bile ne yapacaklarını bilemez veya harekete geçmeye üşenirler. Çünkü hayatlarının büyük bir bölümünü bu konuya ayırmak zorunda kalacaklarını düşünür ve rahatlarını kaçırmak istemezler. Ancak akıl ve vicdan sahibi kimselerin bu insanlara yol göstermeleri, kararsız ve ne yapacağını bilemeyen insanları güçleri ve imkanları doğrultusunda yönlendirmeleri ve şevklendirmeleri sonucunda birçok sorun büyük bir hızla çözüme ulaşabilir.
Teşvik etmek ve insanları harekete geçirerek hayır işlerinde aracı olmak, Kuran’da makbul olarak gösterilen bir özelliktir:
“Kim, güzel bir aracılıkla aracılıkta (şefaatte) bulunursa, ondan kendisine bir hisse vardır; kim kötü bir aracılıkla aracılıkta bulunursa, ondan da kendisine bir pay vardır. Allah herşeyin üzerinde koruyucudur.” (Nisa Suresi, 85)

sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://umutmustafa.blogspot.com/