]]>

30 Kasım 2010 Salı

''Çamurlu su içinde ilk hücre oluştu'' iddiası sahtekarlıktır

Darwin’in evrim teorisine göre cansız maddelerin tesadüfen bir araya gelmeleriyle meydana gelen hayali bir "ilk hücre" vardır. Darwinizm’e göre her şey bu "ilk hücre" ile başlar. Bütün canlılığın, kelebeklerin, kuşların, aslanların, kartalların, balinaların, tavşanların, geyiklerin ve nihayet teknolojiler üreten, medeniyetler kuran, profesörler yetiştiren, uzaya çıkan, laboratuvarlarda sahip olduğu hücreleri inceleyen insanın da kaynağı Darwinizm’e göre hep bu hayali "ilk hücre"dir.

Darwinizm'e göre bu hayali ilk hücrenin kaynağı ise; bir miktar çamurlu su, zaman ve tesadüflerdir! Darwinizm dinine göre bu üç sihirli(!) ve akıllı(!) güç birleşerek, Nobel ödüllü bilim adamlarının 21. yüzyıl teknolojisinin hakim olduğu laboratuvarlarda bile üretemedikleri, detaylarını anlayabilmek için insanların yarım yüzyılı aşkın bir süredir üzerinde araştırmalar yaptığı, son derece kompleks ve mükemmel mekanizmalara, organellere ve indirgenemez bir kompleksliğe sahip "hücre"yi her nasılsa meydana getirmişlerdir! Dahası, bu üç muhteşem(!) güç birleşerek şu an yeryüzünde gördüğümüz muhteşem canlılığı da meydana getirmişlerdir. Darwinizm dini, işte insanları bu safsataya inandırmaya çalışır.

Oysa bu iddia büyük bir sahtekarlık, büyük bir yalandır.


Aslında Darwin’in ortaya attığı çamurlu suda oluşan bu ilk hücre fantazisi, Darwin dönemi bilimi ve teknolojisine uygun düşmektedir. Darwin’in hücreyi yalnızca içi su dolu bir baloncuk zannettiği dikkate alındığında, bu çocuk masalı da dönemin bilgi ve bilim anlayışından beklenen bir şeydir. Dahası insanlar, hücrenin neye benzediğini bilmediklerinden bu yalana çok daha kolay kanmışlardır. Fakat genetik bilimi ile ortaya çıkan sonuçlar, Darwinizm’in büyük bir yalan olduğunu bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Şu anki bilgi ve veriler doğrultusunda hücrenin sahip olduğu sayısız proteinden yalnızca tek bir tanesi bile evrim teorisini çürütmektedir. Proteinler üstün komplekslikte yapılardır, tesadüfen oluşmaları imkansızdır. Öyle ki laboratuvarlarda bilinçli, kontrollü ortamlarda oluşturulması bile 21. yüzyıl teknolojisiyle mümkün olmamıştır. Böyle bir yapının tesadüfen çamurlu bir suda oluştuğunu iddia etmek, bilim adına gülünç, hatta akla aykırı bir iddiadır. Amerikalı bilim filozofu Stephen C. Meyer, tek bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimalinin imkansızlığını şu sözlerle ifade etmiştir:

Sadece 100 amino asit uzunluğunda kısa bir protein molekülünü oluşturmak için aşılması gereken olasılık engellerini düşünün. Protein zincirinde diğer amino asitler ile birleşmeleri için amino asitlerin öncelikle peptid bağı olarak bilinen kimyasal bağlar kurmaları gerekir. Fakat doğada amino asitler arasında diğer birçok türde kimyasal bağ kurulabilir. Tüm bağlantıların peptid bağlarından oluştuğu 100 amino asitlik bir zincir oluşturma olasılığı kabaca 1030’da bir ihtimaldir.

İkincisi, doğada her amino asidin kendisine ait aynada yansımasını andıran bir eşi vardır. Biri sol elli L-formunda, diğeri ise sağ elli D-formundadır. Bu birbirinin yansıması olan formlara optik izomerler denir. İşlevsel proteinler sadece sol elli amino asitleri kabul eder, fakat sağ elli ve sol elli izomerler doğada aşağı yukarı eşit sıklıkta bulunur. Bunun dikkate alınması, biyolojik olarak işlevsel bir protein elde etmenin olanaksızlığını daha da arttırır. 100 amino asitten oluşan hayali bir peptid zincirinde tesadüfler sonucunda sadece sol elli amino asitleri kullanma olasılığı (1/2)100 ya da yine kabaca 1030’da bir ihtimaldir.

Üçüncü ve en önemlisi işlevsel proteinlerin belirli bir dizilimde düzenlenerek birbirine bağlanmış amino asitlere sahip olması gerekir, aynen anlamlı bir cümledeki harfler gibi. Biyolojik olarak 20 amino asit bulunduğu için belirli bir amino asit elde etme olasılığı 1/20’dir. Bu zincir üzerinde bazı alanların birkaç amino aside izin vereceğini düşünürsek (MIT’den biyokimyager Robert Sauer tarafından belirlenen varyanslar kullanılarak), birden fazla işlevsel proteinde fonksiyonel bir amino asit dizilimini rastgele elde etme olasılığının 1065’te bir ihtimal olarak, "yok denecek kadar az" olduğunu görebiliriz. Bu sadece yüz amino asit uzunluğunda bir protein için astronomik büyüklükte bir rakamdır. (Aslında bu olasılık daha da azdır, çünkü doğada bu hesaplamada yer almayan ve proteinlerde yer almayan birçok başka amino asit bulunmaktadır.)

Eğer uygun bağların ve optik izomerlerin sağlanması ihtimali de bu hesaplamaya dahil edilirse, oldukça küçük ve işlevsel bir proteini rastgele elde etme olasılığı o kadar az olur ki, milyarlarca yıl yaşında bir evrende bile bu gerçekten sıfır sayılır (10125’te bir ihtimal). Dahası, işlevsel bir DNA’nın tesadüfi olarak elde edilmesinde benzer ciddi zorluklar olduğunu hesaba katmak gerekir. Bunun yanı sıra, en alt düzeyde kompleks bir hücrede 1 değil, en azından 100 kompleks protein bulunması gerekir (ve DNA ile RNA gibi diğer başka bio-moleküler bileşenler) ve bunlar yakın koordinasyon içindedirler. Bu nedenle hücredeki karmaşıklığın niceliksel olarak değerlendirilmesi 1960’ların ortalarından beri biyolojinin hayatın kökeni alanında hakim olan bir görüşü güçlendirmiştir: Tesadüf, biyolojik karmaşıklığın ve özgüllüğün kökenini açıklamak için yeterli bir açıklama değildir.[1]

Bütün bu kompleks yapıların imkansız oluşumunun tesadüfen gerçekleştiğini varsaydığımızda bile, Darwinistlerin DNA gibi muhteşem bir molekülün içinde bir milyon ansiklopedi sayfasını dolduran bilginin oluşumunu açıklamaları gerekmektedir. Fakat hücre ve hayatın kökeni ile ilgili her konuda olduğu gibi bu konuda da Darwinistler açıklamasızdırlar. Çarpık Darwinist mantığına göre, çamurlu suyun içinde tesadüfen oluşan bir hücrenin içindeki olağanüstü bilginin de çeşitli dış etkiler yoluyla tesadüfen oluşmuş olması gerekmektedir. Kuşkusuz böyle bir oluşum imkansızdır. DNA’nın içindeki bilgi, DNA ile birlikte yaratılmış muazzam bir bilgidir.

Darwinistlerin çamurlu suda tesadüfen hücre oluştu iddiası, hücreyi içi su dolu bir baloncuk zanneden Darwin döneminden kalma köhne bir inanıştır. Ancak 19. yüzyıl hurafeleri, bilimin ve teknolojinin oldukça geliştiği günümüzde geçersizdir kuşkusuz. Bir canlı bedeninde açıklanması gereken sayısız kompleks yapı varken, Darwinizm tek bir proteinin oluşumunu bile açıklayamamaktadır. Fakat Darwinistler bu imkansızlıklardan habersiz gibi davranırlar. Halen evrimci yayınlarda, çamurlu sudaki bu imkansız oluşum, adeta bir çocuk hikaye kitabındaki öyküler şeklinde anlatılır. Amaç, bu bilimsellikten uzak, mantıksız ama aynı zamanda da ispatsız anlatımla kitleleri aldatabilmektir. Bu batıl dinin taraftarlarına göre, söz konusu hikayeye ne kadar çok kişi inansa, o kadar kişi Darwinizm büyüsünün etkisi altına girecektir.

Fakat artık Darwinistlerin sahte hikayelerine insanlar inanmamaktadır. Yaratılanların tümü, evreni ve içindekileri kusursuzca yaratan Yüce Rabbimiz’in Üstün Gücünü ve Kudretini sergilemektedir. Kuran'da Yüce Allah, hücrenin ve insanın üstün yaratılışını haber vermiştir:

Andolsun, Biz insanı, süzme bir çamurdan yarattık. Sonra onu bir su damlası olarak, savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik. Sonra o su damlasını bir alak (embriyo) olarak yarattık; ardından o alak'ı (hücre topluluğu) bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir. (Müminun Suresi, 12-14)

Kuran'ın dışında açıklama arayanlar, yeryüzündeki muhteşemliğe istedikleri kadar basit bir açıklama getirmeye çalışsınlar, yaratılan eserin çok büyük ve ihtişamlı olduğu açıktır. Ve bu üstün yaratılış karşısında evrim teorisinin bir yaşam sahası yoktur. Yüce Allah bir ayetinde yarattığı eserlerin büyüklüğünü şöyle haber verir:

Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Ancak insanların çoğu bilmezler. (Mümin Suresi, 57)

[1] "Word Games: DNA, Design, and Intelligence," Stephen C. Meyer, Signs of Intelligence: Understanding Intelligent Design, ed. William A. Dembski, James M. Kushiner, Brazos Press, 2001, s. 109-110



sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

''Kendinde olanı değiştirmek'' ne demektir?



Nedeni şu: Bir kavim (toplum), kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici değildir. Allah şüphesiz işitendir, bilendir.(Enfal Suresi, 53)



Allah Kuran'da, insanlara verdiği nimeti artırmasında ya da azaltmasındaki bir ölçünün de, kişinin ‘kendinde olanı değiştirmesi’ olduğunu bildirmiştir. Bu ayet inanan insanlara çok önemli bir sırrı haber vermektedir. Eğer bir insan, bir konuda gerçekten içten ve samimi bir değişiklik yaparsa, bu inşaAllah, Allah Katında mutlaka en güzel şekilde karşılık görür. Allah, kullarındaki samimi değişikliği gören ve bilendir. Ve Allah, bu samimi değişimin neticesince müminlere, mutlaka bir nimet artışı olacağını vadetmiştir.

Aynı şekilde, insanın sahip olduğu nimetleri takdir edemeyen bir ahlak içerisinde olması da, Allah'ın bu nimetleri azaltmasıyla sonuçlanabilir. Bu da yine Allah'ın Kuran ile bildirdiği bir vaadidir. Kuran'da Allah'ın bu adetullahını açıklayan ayetlerden bazıları şöyledir:



Allah bir şehri örnek verdi: (Halkı) Güvenlik ve huzur içindeydi, rızkı da her yerden bol bol gelmekteydi; fakat Allah'ın nimetlerine nankörlük etti, böylece Allah yaptıklarına karşılık olarak, ona açlık ve korku elbisesini tattırdı.(Nahl Suresi, 112)

Andolsun, Sebe' (halkı)nın oturduğu yerlerde de bir ayet vardır. (Evleri) Sağdan ve soldan iki bahçeliydi. (Onlara demiştik ki:) "Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin. Güzel bir şehir ve bağışlayan bir Rabb(iniz var)."

Ancak onlar yüz çevirdiler, böylece Biz de onlara Arim selini gönderdik. Ve onların iki bahçesini, buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde az bir şey de sedir ağacı olan iki bahçeye dönüştürdük.

Böylelikle nankörlük etmeleri dolayısıyla onları cezalandırdık. Biz (nimete) nankörlük edenden başkasını cezalandırır mıyız?(Sebe Suresi, 15-17)



Elbetteki Allah dünya hayatını pekçok sırla birlikte yaratmıştır. Allah bir insanın sahip olduğu nimetleri, gösterdiği ahlak nedeniyle artırıp azaltabileceği gibi, hiçbir sebep yokken, o kişinin imanını sınamak için de değiştirebilir. Dolayısıyla bir nimet artışı, her zaman için o kişinin ahlakındaki bir düzelmeden kaynaklanmayabilir. Aynı şekilde bir nimet eksilmesi de her zaman için, kişinin kötü ahlak gösterdiğinin bir delili değildir. Kuran'da, Allah'a karşı inkarcı bir ahlak içerisinde olan kimselere Allah'ın özel olarak nimet verdiği anlatılarak, bu önemli sır insanlara bildirilmiştir:



Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz mal ve çocuklarla Biz onların hayırlarına koşuyoruz (veya yardım ediyoruz)?Hayır, onlar şuurunda değiller.(Müminun Suresi, 55-56)

Şu halde onların malları ve çocukları seni imrendirmesin; Allah bunlarla ancak onları dünya hayatında azaplandırmak ve canlarının inkar içindeyken zorlukla çıkmasını ister.(Tevbe Suresi, 55)



Bu ayetlere göre, bir insanın hayatındaki nimet kaybının ya da nimet artışının pek çok anlamı olabilir. Bu nedenle mümin, böyle bir durumla karşılaştığında, hemen Kuran'da bildirilen tüm bu ihtimalleri düşünerek, kendi içinde bir ‘vicdan değerlendirmesi’ yapar. Elindeki nimetlerde bir eksilme olduysa, yapmış olabileceği muhtemel hataların, böyle bir nimet kaybına sebep olabileceğini düşünerek Allah'a sığınıp tevbe eder. Ya da hayatındaki nimetlerde bir artış olduysa, Allah'ın lütfederek kendisine nimetini bağışlayıp artırdığını düşünerek Allah'a gönülden şükreder. Aynı zamanda da kendisine verilen nimetlerin ayetlerde bildirildiği gibi, o andan sonraki hayatı için bir deneme olduğunu düşünüp ahlakını daha da güzelleştirmeye ve Allah'ın rahmetine gereği gibi layık olabilmek için daha çok çaba harcamaya çalışır.

Ancak mümin, ayette bildirilen ‘bir kavim kendinde olanı değiştirinceye kadar, Allah ona nimet olarak bağışladığını değiştirici değildir’ sırrı üzerinde çok samimi ve vicdanlı bir şekilde düşünmelidir. Allah'ın bu ayette bildirdiği değişim, sadece ‘yüzeysel bir değişim’ değildir. Allah, ‘kalpten, imanla, Allah korkusuyla, şevkle, samimiyetle, gönülden bir değişimi’ bildirmektedir. Yoksa insan, bazen bir konuda olabilecek tüm tedbirleri alır. O konuyu çözüme kavuşturabileceğini düşündüğü fiili eylemleri kusursuz olarak yerine getirir. Dıştan bakıldığında, bu kişinin gerçekten çok çaba sarfettiği açıkça anlaşılır. Ama sonuçta yine de ayette bildirildiği gibi, kişinin hayatında bir nimet artışı olmayabilir. Elbetteki yukarıdaki ayetlerde açıklandığı gibi, insanın hayatındaki nimet eksikliğinin devam etmesinin pek çok başka sebebi ve hikmeti olabilir. Ancak bu durumun bir sebebi de ‘kişinin, kendini sadece dıştan, yani yüzeysel olarak değiştirmiş olması’ olabilir.

Fakat bazen kimi insanlar, çabalarındaki bu yüzeyselliği fark edemez ve ‘neden hala çabalarının sonuç vermediğini’ anlamaya çalışırlar. Aslında bunun sebebi çok açıktır: Kişi derin düşünmediği için, ahlakını da derinlemesine değiştirememiştir. Ama bu eksikliğin gereği gibi şuurunda olmadığı için, ‘çok çaba harcadığını, ama yine de istediği sonuca ulaşamadığını’, ‘başarılı olamadığını’, ‘çabalarının işe yaramadığını’ (Allah'ı tenzih ederiz) düşünür.

Oysa tam anlamıyla çok büyük bir yanılgı içerisindedir. Allah Kuran'da, hiçbir kuluna ‘tek bir hardal tanesi kadar dahi haksızlık yapılmayacağını’ (Enbiya Suresi, 47) bildirmiştir. Dolayısıyla bu konumdaki bir insanın Allah'ın bu sonsuz adaletini bilerek, ‘Allah sonsuz adalet ve merhamet sahibidir. Eğer Allah benim durumumu değiştirmediyse, demek ki bende hala çok önemli bir eksiklik var. Nerede yanlış yapıyorum acaba?’ diye düşünüp, bu sorusunun yanıtını da yine Kuran'da araması gerekir.

Kuran ayetlerinde, Allah'ın bir insanda istediği en önemli özelliklerden birinin ‘samimiyet’ olduğu bildirilmiştir. Samimiyet, insan ne kadar kusurlu ve eksik olursa olsun, onu doğru yola ulaştıracak, Allah'ın rızasını kazanmasına vesile olacak çok önemli bir mümin alametidir. Eğer insan, şeytanın mantıklarını, nefsinin etkisini tamamen dışta bırakarak, Allah'a karşı çok samimi, dürüst ve Allah'tan yana düşünecek olursa, -Allah'ın dilemesiyle- bir konuda hemen en doğru olanı bulabilecek yetenektedir. İşte bu konuda da Kuran'a samimiyetle bakan bir insan da, ‘asıl eksikliğinin, dışta gösterdiği fiili çabada değil, kendi içindeki niyetinde olduğunu’ görecektir.

Zira Allah'ın ayette belirttiği ‘değişme’, insanın içinde Allah'a karşı çok samimi bir karar almasıdır. Allah'ın beğenmeyeceği bir ahlak göstermemeye kesin olarak karar vermesidir. Aksini yapmış olmaktan çok büyük bir pişmanlık ve vicdan azabı duyarak kendisini değiştirmeye çok samimi niyet etmesidir. Ve bu kararında, ‘her ne olursa olsun geri adım atmayacak, gevşeklik göstermeyecek ve istikrarlı olacak bir imanda olması’dır. İşte insan kendi içinde böyle bir karar aldıktan sonra, ayette bildirildiği gibi, ‘Allah'ın, kendisine karşı bağışladığı nimetini de değiştirmesini’ umabilir.

Elbetteki insan hiçbir zaman için bir iyiliği, güzelliği yalnızca ‘nimet elde etmek’ için yapmamalıdır. Müminin asıl hedefi Allah'ın rızasıdır. Mümin, hiçbir dünya nimetini, Allah'ın rızasına, sevgisine, dostluğuna ve yakınlığına değişmez. Tüm bunlar, dünyadaki nimetlerin tamamı biraraya gelse, yine de hiçbiriyle değişilmeyecek çok büyük bir nimetlerdir. Dolayısıyla ‘kendinde olanı değiştirirken’ müminin amacı da asla yalnızca ‘daha çok nimete kavuşmak’ değildir.

Eğer bir insan, ayette haber verilen bu sır gereğince, tüm bu yönleriyle de düşünerek samimi bir adım atarsa, -Allah'ın izniyle- Allah ona, ‘daha önce kendisinden alınan nimetlerden çok daha güzelini ve hayılısını vereceğini’ vadetmiştir. Çünkü Allah'ın kullarından istediği asıl istediği, ‘sizin kalplerinizde bir hayır olduğunu bilirse (görürse)’ sözleriyle bildirdiği gibi, ‘samimiyet’tir:



Ey Peygamber, ellerinizdeki esirlere de ki: "Eğer Allah, sizin kalplerinizde bir hayır olduğunu bilirse (görürse size sizden alınandan daha hayırlısını verir) ve sizi bağışlar. Allah bağışlayandır, esirgeyendir."(Enfal Suresi, 70)




sitemiz kez ziyaret edilmiştir.


http://haberanatomi.blogspot.com/

22 Kasım 2010 Pazartesi

Sivrisinek Yumurtalarının Özellikleri



İlk bırakıldıklarında parlak sarı renkte olan sivrisinek yumurtalarının sabahın ilk ışıklarıyla siyah olması neden önemlidir?

Yumurtalarında huni şeklinde oyuk bulunan sivrisinek türleri, yumurtalarının bu oyuk nedeniyle suda batmaması için hangi yola başvururlar?

Bazı sivrisinek türleri yumurtalarını jelatinimsi bir sıvıyla neden ambalajlarlar?

Cylindrotoma türü sivrisinekler, yumurtalarını bir bitkinin dokusuna nasıl yerleştirirler?

Dişi sivrisinekler bir seferde 40 ila 200 arasında yumurtayı suya bırakabilirler. Her üç haftada bir yumurtlayanları olduğu gibi, senede bir yumurtlayan sivrisinek türleri de vardır.

Sivrisinek yumurtaları türlerin yaşadığı yerlere, o ortamdaki düşmanlarına ya da karşılaşabilecekleri tehlikelere göre değişik özelliklere sahiptir. Kimi çok özenle paketlenmiş, kimileri sıkıca bir yerlere tutturulmuş, kimileri de batmamaları için hava yastıklarıyla desteklenmiştir.

Kamuflaj Ustası Yumurtalar

Yumurtalar, anne sivrisineğin yanlarından ayrılmasından sonra tamamen savunmasız kalırlar. İlk bırakıldıklarında, parlak sarı renkte oldukları için, çabuk fark edilebilecek, hareketsiz, kolay birer avdırlar. Onları bekleyen pek çok düşmanları vardır. Ancak sivrisinek yumurtalarının oldukça önemli bir özellikleri vardır. Gece bırakılan yumurtaların renkleri, sabahın ilk ışıklarıyla beraber siyaha döner. Böylece böceklere ve kuşlara karşı oldukça etkili bir şekilde kamufle edilmiş olurlar.

Bazı sivrisinek cinsleri (Anofel sivrisinekleri), larva ve pupa evrelerinde de, içinde bulundukları mekana göre renk değişimine uğrarlar. Öyleki larva siyah ya da beyaz bir mekana konulduğunda, hemen bu ortama göre bir renk alır.

Elbette bu renk değişiminden ne yumurtanın, ne larvanın ne de kendisi de bir zamanlar bu aşamalardan geçen anne sivrisineğin haberi vardır. Sivrisinek larvaları, çevrelerindeki düşmanların varlığından, annelerinin onları bırakıp gittiğinden, tek başlarına ve savunmasız kaldıklarından da tamamen habersizdirler. Ancak bu durum onlar için hiç sorun oluşturmaz çünkü ihtiyaçları olan en uygun koruma ile birlikte yaratılmışlardır. Yumurtaların veya larvaların kabuğundaki pigmentler güneş ışığıyla birlikte harekete geçer ve koyulaşarak kendilerini kamufle ederler.

Güneşten gelen fotonların etkisiyle veya bulunduğu ortam nedeniyle renk değiştirmek oldukça kompleks bir kimyasal işlemdir ve bu sistemin bilgisi yumurtanın kabuğunda bulunan hücrelere daha önceden yerleştirilmiştir. Bu etkili koruma için gerekli olan tüm kimyasal ve fiziksel işlemler istisnasız bütün sivrisinek larvalarında gerçekleşir. Bütün bunlar bizi tek bir sonuca götürür.

Gerektiğinde larvaları koruması için bu çok ince planlanmış süreci yaratan üstün bir güç sahibi vardır. Bu güç sahibi her türlü yaratmayı bilen Yüce Allah’tır. Bir ayette şöyle buyrulur:

“İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka ilah yoktur. Herşeyin Yaratıcısıdır, öyleyse O’na kulluk edin. O, herşeyin üstünde bir vekildir.” (Enam Suresi, 102)

Suda Batmayan Disk Yumurtalar

Culex türü sivrisineklerin yumurtası, alt kısmında huni şeklinde bir oyuk taşır. Bu oyuğun, ne işe yaradığı ilk bakışta anlaşılmayabilir, ancak yumurtanın gelişiminin ileri aşamalarında, oyuğun son derece önemli bir görevinin olduğu ortaya çıkar. Bu oyuk, içine dolan hava sayesinde bir cankurtaran simidi işlevi görmekte ve yumurtanın su üzerinde kalmasını sağlamaktadır.

Ancak dikkat edilirse oyuk nedeniyle yumurtayı ciddi bir sorunun beklediği görülecektir: Yumurtanın altında yer alan ve bir “cankurtaran simidi” olarak nitelendirilebilecek olan oyuğun, yumurtanın “alabora” olması sonucunda işe yaramaz hale gelmesi çok kolaydır. Bu nedenle tek başına suya bırakıldığında yumurta uzun süre su yüzeyinde kalamaz. En ufak bir sallantıda dengesini yitirir, devrilir ve alt tarafında hava bulunan delik su dolarak yumurtanın batmasına neden olur. Oysa yumurtaların yaşayabilmeleri için suyun üzerinde kalmaları gerekmektedir. Böyle bir durumda siz olsanız yumurtaların batmaması için ne yapardınız?
Sivrisinekler bu problemi çözecek en akılcı yolu kullanır ve yumurtaları birbirine yapıştırarak sorunu çözerler. Bir disk şeklinde birbirine yanyana yapıştırılan yumurtalar, suyun üzerinde yüzen bir doğal sal oluştururlar. Çapı yaklaşık 11 mm olan bu disk, suyun üzerinde kolaylıkla yüzer. Yumurtaların altındaki oyukta bulunan hava ve yumurtalar arasındaki boşluk, bir hava yastığı görevi görür ve diski suyun üzerinde tutar. Böylesine akılcı bir yöntem kullanılmasaydı, yumurtalar suyun içine batar ve ölürlerdi. Ancak yumurtanın şeklindeki bu detay ile tehlike daha en başından önlenmiş ve güvenlik sağlanmıştır. Çok açık bir şekilde görülmektedir ki, sivrisinek yapılabilecek en doğru ve sağduyulu hareketi, kendisine verilen ilham ile yapmaktadır. Bu duyguyu sivrisineğe veren Allah’tır. Allah herşeyin Kendisine boyun eğmiş olduğunu ayetlerde şöyle haber vermektedir:

“Göklerde ve yerde bulunanlar O’nundur; hepsi O’na ‘gönülden boyun eğmiş’ bulunuyorlar. Yarat-mayı başlatan, sonra onu iade edecek olan O’dur; bu O’na göre pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce misal O’nundur. O, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Rum Suresi, 26-27)

Jelatinlenmiş Yumurtalar

Gıdaların bozulmadan saklanmaları için son birkaç on yılda oldukça etkili yöntemler geliştirilmiştir. Bunlardan en önemlisi, ambalajlamadır. Sürü sivrisinekleri olarak bilinen sivrisinek türü de, yumurtalarını saklamak için bu yöntemi kullanır.

Yumurtalar, jelatinimsi bir madde yığının içine, bir çerçeve veya ip şeklinde bırakılır. Jelatinimsi kitle yumurtaları mekanik etkilerden, kurumaktan, ani ısı değişimlerinden ve düşmanlardan korur. Ayrıca sivrisinek, bu madde sayesinde, yumurtaları bitki ya da taşlara yapıştırır ve böylece yumurtaların suyun içinde kaybolmalarını da engeller.

Cankurtaran Simidi Yumurtalar

Sıtma mikrobunu taşıyan sivrisinek olan Anofelin yumurtaları, suya batmalarını engelleyecek ve su yüzeyinde kalmalarını sağlayacak özel bir şekle ve yapıya sahiptir. Yumurta kabuğunun dışındaki hava odacıkları ve yumurtayı saran yüzme kenarları yumurtayı su üstünde tutar. Yüzme kenarları suyun yüzey gerilimini artırır ve yumurtanın bu gerilim sayesinde batmamasını sağlar.

Yüzey gerilimi suyun yüzeyinde oluşan bir güçtür. Özellikle küçük canlılar bu gücü aşamazlar. Ancak bu çoğu kez olumsuz bir durum değildir çünkü bu sayede böcekler suyun üzerinde rahatlıkla yürüyebilirler. Kimi böcekler bacaklarında bulunan destek yapıları sayesinde -ayaklardaki tüycükler, ayağı kaplayan yağlı salgılar gibi- su üzerinde çok daha kolay hareket edebilirler.

Marangoz Sivrisinek

Sivrisinekler yumurtalarını her zaman durgun bir su birikintisinin içine bırakmazlar. Cylindrotoma türü sivrisinekler yumurtalarını bırakmak için daha ilginç ve zor bir yöntem kullanırlar. Bu türün dişisi, yumurtalarını bir bitkinin dokusuna yerleştirir.

Burada çok önemli bir ayrıntı vardır. Herhangi bir böcek, bitki dokularını kolay kolay kesemez. Özellikle sivrisineğin boyutu düşünüldüğünde bu zorluk, insanın elinde hiçbir aleti olmadan kalın bir ağacı kesmesine benzer ki, böyle bir şey imkansızdır. Ancak sivrisinekler bunu başarır.
Sivrisinek bu problemi, kendisine yaratılıştan verilen bir özellik sayesinde aşar. Başının üzerinde bulunan ve bir testere görevi gören kesici organla, bitki dokularını rahatlıkla keser. Sonra üst kısmından kestiği bitkilerin içine yumurtalarını iter. Bazen bir yaprakta bu şekilde bırakılmış 70 yumurtaya rastlanabilir.

Görüldüğü gibi sivrisinek rastgele bir yere bırakmak varken, zahmet gerektiren bir şekilde hareket etmiş, üstelik de zorlu bir yeri yumurtalarını bırakmak için seçmiştir. Bu durum akla bazı sorular getirecektir:

Tek amacı yemek ve yaşamak olan bir böcek, niçin kendisini bu şekilde zora sokar ve zahmetli bir işe kalkışır?
Neden diğer türlerde değil de sadece bu türdeki sivrisineklerin başında kesici organ vardır?
Bu organı bir alet gibi kullanma bilgisini, doğan her sivrisineğe kim vermiştir?
Yumurtalarını güvenliğe almak için bitki dokularını kesmeyi sivrisinek nasıl akletmiştir?

Tüm bu sorular bizi tek bir cevaba götürür: Sivrisinek, bütün bu işlemleri yapabilmesini sağlayacak özel bir bedenle ve kendisine bu işleri yaptıracak bir tür “programla” birlikte yaratılmıştır. Sivrisineklerin bu özellikleri de Allah’ın benzeri olmayan yaratma sanatının delillerindendir. Önemli olan insanın bu gibi iman hakikatlerini görüp üzerinde düşünmesidir. Sonsuz ilmin tek sahibi olan Allah bir ayetinde yaratılış delillerinin önemini şöyle haber vermiştir:

“Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.” (Casiye Suresi, 4)

Sivrisineğin Hassas Antenleri

Sivrisineklerde işitme yeteneği çok gelişmiştir. Sivrisineğin başının üst yanından iki anten çıkar. Bu antenler zengin duyu hücrelerine sahip, çok hassas algılayıcılardır.

Dişi sivrisineğin kanatlarından çıkan ses, erkek sivrisinek tarafından kolaylıkla ayırt edilebilir. Dişinin kanat sesleri, erkeğin antenindeki reseptör (alıcı) hücreleri titreştirir ve sivrisineğin beynine elektrik sinyallerini gönderir. Erkek sivrisinek hassas antenleri sayesinde, binlerce ses arasında dişisinin kanat çırpma frekansını algılar.

Erkek sivrisineklerin antenleri, dişilere göre çok daha hassastır. Erkeğin kafasından çıkan 2 tane küçük, tüylü antende bulunan ve çok sayıda duyu hücresinden meydana gelmiş bir organ vardır. “Johnston organı” olarak adlandırılan bu sistem, ses dalgalarının titreşimlerini alır ve ayırt eder. Bu tüylü duyargalar yalnızca dik durumdayken ses titreşimlerine karşı duyarlıdır.

İnsanlar için gerçekleşmesi imkansız gibi görünen pek çok durum, hayvanlar tarafından mucizevi bir rahatlıkla yapılabilir. Örneğin insan gebelik süresini uzatamaz ama bazı canlılar bunu yapabilirler. Sivrisinekler de bu canlılardandır. Bazı sivrisinek türleri yumurtlama dönemleri gelmiş olmasına rağmen ilk yağmurdan sonra değil, ikinci hatta üçüncü yağmurlardan sonra yumurtlarlar. Bu tedbir sayesinde sivrisinek nesli bir nevi koruma altına alınmış olur.

Sivrisinekler, yumurtalarını yaz aylarında ya da sonbaharda bırakırlar. Bulundukları yerin ısısı, sivrisinek larvalarının gelişebilmesinde önemli bir faktördür. Isı belirli bir dereceye ulaştığında (en az 100C, en fazla 300C) gelişme hızlanabilir, bu sınırlar aşıldığındaysa ya gelişme yavaşlar ya da larva ölür.




sitemiz kez ziyaret edilmiştir.


http://haberanatomi.blogspot.com/

18 Kasım 2010 Perşembe

Arabalardaki Gaz-Fren Sisteminin Kalpteki Örneği


Çok basamaklı bir merdiveni hızlı bir şekilde çıktığında, koştuğunda ya da heyecanlandığında kalp atışlarının hızlandığını, daha sonra kalbin tekrar eski ritmine döndüğünü her insan hissedebilir. Ancak bunun aslında ne kadar büyük bir mucize olduğu genellikle düşünülmez. Kalp atışlarının hızı, vücudun içine yerleştirilmiş, bir bilgisayar sistemine benzeyen mükemmel bir yapı tarafından düzenlenir.

Kalp atışları hızlandığında, vücuda yeterli oksijen sağlanamazsa, hücreler elektriksel dengelerini kaybederler ve hızlı ve düzensiz atmaya başlarlar. Bu nedenle kalbin düzenli bir ritmde, sürekli atması son derece önemlidir. Bu işlemi, sabit hızla yol alan bir arabanın çalışmasına benzetebiliriz. Ancak belirli durumlarda kalbin temposunun hızlandırılması ya da yavaşlatılması gerekir. Bu da sabit hızla yol alan arabanın gaz pedalına basılarak hızlandırılması ya da fren pedalına basılarak yavaşlatılmasına benzer. Kalbin ritmini azaltan fren pedalı “vagus sinirleri”, kalbin ritmini hızlandıran gaz pedalı ise “sempatik sinirler”dir. Fren pedalının (Vagus sinirlerinin) harekete geçmesini sağlayan ise asetilkolin isimli haberci moleküldür.

Normal şartlarda dakikada 72 defa atan kalp, efor sarf edildiğinde, stres altında, kişi ateşlendiğinde ve buna benzer olağanüstü durumlarda, fazladan kana ihtiyaç duyduğu için, SA nodu (kalbin atış hızını ayarlayan hücre grubu) hızını artırır. Böylece ihtiyaç duyulan kan pompalanmış olur. Sempatik sinirler de damarları daraltarak kan basıncını artırır, ayrıca böbrek üstü bezi adrenalin ve noradrenalin hormonlarının salgılanmasını sağlar. Bu hormonlar kalbin çalışma hızını artırırlar. Tiroid bezinden salgılanan tiroksin hormonu ise metabolizmayı hızlandırarak kalbin çalışmasını etkiler. Artan kalp hızı, kalbin verimini dinlenme seviyesinin beş katına çıkarabilir.

Sempatik sinirler bir arabadaki gaz pedalı gibi kalbi hızlandırırlar; onu yavaşlatmak ise parasempatik sistemin görevidir. Parasempatik sistem gerektiğinde kalp kaslarının büzülme kuvvetini hafifleterek, kalp ritmini dakikada 40 vuruşa kadar yavaşlatabilir. Atardamarlardaki alıcılar, kan basıncının arttığını hissettiklerinde, asetilkolin denilen kimyasalın salgılanması için parasempatik sinirler aracılığıyla beyni uyarırlar. Böylece kan damarları genişler; basınç düşer. Eğer temiz kanı vücuda taşıyan damarlar gerektiğinde genişlemeseydi, yırtılıp parçalanırlardı. Bunun sonucunda kafatasının içine kan dolabilir ve beyne yeterli kan gitmediği için kişi felç olabilirdi.

Çok sayıda koşulun tam bir kusursuzluk içinde biraraya gelmesini gerektiren bu düzen, bize Yüce Rabbimiz’in ilmini tanıtan örneklerden biridir. Bir Kuran ayetinde şöyle bildirilmektedir:

“... Rabbim, ilim bakımından herşeyi kuşatmıştır. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?” (En’am Suresi, 80)







sitemiz kez ziyaret edilmiştir.

http://haberanatomi.blogspot.com/

14 Kasım 2010 Pazar

Tahtaya Sağlamlık Kazandıran Şeker Molekülü: SELÜLOZ



Aslında bir şeker molekülü olan selüloz, tahtaya nasıl sağlamlık kazandırır?

Bu molekül, termitler için neden önemlidir?


Koalalar, okaliptüsün ana maddesi olan selülozu sindiremedikleri halde bu molekül koalanın vücudunda nasıl faydalı hale getirilir?

“Şeker” dendiği zaman çoğu insanın aklına ilk gelen, çayına attığı veya tatlıların içinde yer alan şekerdir. Oysa günlük yaşantımızda kullandığımız şeker, doğada çok çeşitli şekillerde bulunan ve oldukça geniş bir alanda görülen şeker moleküllerinin bir türevidir. Şeker molekülleri de kimya dilinde karbonhidratlar olarak adlandırılan geniş ailenin üyelerinden biridir. Karbonhidratlar, canlı organizması için son derece önemlidir. Canlıların en önemli enerji kaynaklarından biri olan glikoz ve glikojen, bitkilerde fotosentez sonucunda oluşan nişasta, bitkilerin en önemli hücre duvarı olan selüloz birer karbonhidrat, yani şeker molekülüdür.

Ağaç dokusunun %50’sini, pamuğun ise %90’ını oluşturan bir molekül olan selülozun aslında şeker molekülü olması birçok kişi tarafından bilinmeyen bir bilgidir. Ancak selülozun hayranlık uyandıran özellikleri bununla sınırlı değildir.

Selülozun Hayati Özellikleri

Selüloz, sert ve suda çözünemeyen bir maddedir. Özellikle bitkilerin koruyucu duvarlarında bulunmakta, ağaç dallarında, ağaç gövdelerinde ve ağacın bütün odunsu dokularında yer almaktadır.

Selüloz, bitki hücre duvarının ana yapı malzemesidir. Bazı bitkiler, özellikle suda yaşayanlar kolayca zarar görebilecekleri bir ortam içindedirler. Bu bitkiler bazen tuzlu suda, bazen de karların erimesi veya göl sularının kabarması gibi tuzluluk derecesinin düştüğü ortamlarda bulunmak zorundadırlar. Kendilerini bu sert ortamlardan koruyabilmek için son derece sağlam bir hücre duvarına ihtiyaç duyarlar. İşte bu nedenle Allah bütün bitki hücrelerinde sıkıca paketlenmiş selüloz grupları yaratmıştır. (Prof. Dr. Engin M. Gözükara, Biyokimya, Cilt 1, 3. Baskı, 1997, Nobel Tıp Kitabevleri, sf. 232)

Selüloz, nişasta gibi bir şeker molekülü yani bir polisakkarit olmasına rağmen insanlar tarafından sindirilemez. Çünkü selülozda bulunan glikoz üniteleri birbirlerine glikozidik bağ ile bağlanmışlardır. Memelilerin sindirim kanalında ise bu söz konusu bağı parçalayabilecek bir enzim bulunmamaktadır. Bu nedenle selüloz bizler için bir besin kaynağı değildir. Ancak geviş getiren hayvanlar tarafından sindirilebilmektedir. Çünkü bu hayvanların sindirim kanallarında selüloz enzimini salgılayan birtakım mikroorganizmalar bulunmaktadır. Bunlar vücuda giren selülozu, enzimleri sayesinde kolaylıkla parçalayabilmekte ve bunu hayvan için besin ve enerji şekline dönüştürmektedir.

Bir Şeker Molekülü Tahtayı Nasıl Güçlendirir?

Ağacın sert ve dayanıklı yapısı, selüloz lifler sayesinde oluşur. Çünkü selüloz, sert ve suda çözünemeyen bir maddedir. Tahtanın inşaatlarda kullanılmasını avantajlı kılan da selülozun bu özelliğidir. “Gerilebilen ve örneği bulunmayan” bir malzeme olarak tanımlanan selüloz, tahta binaların asırlarca ayakta durmasında, binaların, köprülerin, mobilyaların ve pek çok aletin yapımında diğer tüm malzemelerden daha fazla kullanılmaktadır.

Tahta, uç uca eklenmiş uzun, oyuk hücrelerin oluşturdukları paralel kolonlardan oluşmuştur. Çevrelerinde ise spiraller halinde “selüloz” lifler sarılıdır. Ayrıca bu hücreler kompleks polimer yapıdaki reçineden yapılmış bir madde olan “lignin” içindedir. Spiral olarak sarılmış bu tabakalar hücre duvarının toplam kalınlığının %80’ini oluşturur ve ana yükü çeken kısımdır. Bir tahta hücresi içe çöktüğünde, kendisini çevreleyen hücrelerden koparak darbenin enerjisini emer. Çöküntüler lifler boyunca uzun bir çatlak oluşturdukları halde, tahta bozulmadan kalır. Böylece tahta, kırık bile olsa belli bir miktardaki yükü taşıyabilecek güçte olur.

Düşük hızdaki darbelerin enerjisini emerek, oluşacak hasarı azaltması bakımından da, tahta önemli bir malzeme olarak görülmektedir. İkinci Dünya Savaşı’nın “Mosquito” olarak bilinen uçaklarının malzemesinde tahtanın kontrplak tabakaları arasında sıkıştırılmasıyla, o döneme kadarki en çok hasar tolere edebilen uçaklar yapılmıştır. Tahtanın sertliği ve dayanıklılığı ona güvenli bir malzeme olma niteliği de kazandırmaktadır. Çünkü tahta kırılırken, çatlamanın gelişimi dışarıdan gözlenebilecek kadar yavaş bir kırılma sürecinde gerçekleşir ve bu özellik tedbir alınması için insanlara vakit kazandırmış olur. (Julian Vincent, “Tricks of Nature”, New Scientist, 17 Ağustos 1996, cilt 151, no. 2043, s. 39)

Tahtanın yapısı örnek alınarak yapılan bir malzeme, günümüzde kullanılan diğer sentetik malzemelerden 50 kat daha fazla dayanıklılık göstermektedir.4 Tahtanın bu özel yapısı günümüzde de, mermi ve bomba gibi yüksek hızlı ve tahribatı güçlü parçalara karşı koruma sağlamak için geliştirilen maddelerde taklit edilmektedir. Ancak hiçbir zaman bilim adamlarının tüm özellikleri ile bir odun parçasını taklit etmeleri mümkün değildir. Ağacın yaratılışındaki her detay -katmanların inceliği, sıklığı, damarların sayısı, dizilimi, içeriğindeki maddeler- bu dayanıklılığı sağlamak üzere özel olarak yaratılmıştır.

Selüloz Termitlerin Temel Besin Kaynağıdır

Bütün canlılardan farklı bir beslenme alışkanlığına sahip olan termitlerin ihtiyaç duydukları temel madde selülozdur. Selüloz; yeşil bitkilerde bulunan enerji dolu bir karbonhidrattır. Ancak kalın ve çözünemez bir yapısı olduğu için canlıların çoğunluğu tarafından sindirilemez. Termitler ise selüloz maddesini parçalama yeteneğine sahip nadir canlılardan biridir. Bu nedenle alışılmadık bir şekilde, sindirilmesi imkansız gibi görünen odun ve tahta tipi maddeler ile beslenmektedirler.

Termitlerin bağırsaklarında yaşayan ve kamçılarıyla hareket eden kamçılılar (protozoalar), salgıladıkları enzimlerle kerestenin selülozunu parçalayarak selülozu hem ev sahipleri olan termitler hem de kendileri için kullanılabilir hale getirirler. Bir başka deyişle selülozu şekere dönüştürürler. Bu süreç, termitin bağırsaklarındaki özel bir bölümde gerçekleşir. “Fermantasyon odası” olarak kullanılan bu bölüm oldukça geniştir. Termitlerin bağırsaklarında hızla çoğalan bu tek hücreli canlılar, yaptıkları fermantasyonla termitlere hem karbonhidrat hem de protein sağlar. (Karl Von Frish, Animal Architecture, Harcourt Brace, New York, s.127)

Bitkileri sindirebilen nadir canlılardan olan termitler, bitkilerde bulunan selüloz maddesini çözüp öğütürken metan oluşumuna da yardım eder. Termitlerin sindirim sisteminde yaşayan protozoalar, selülozun ayrıştırılması sırasında metan gazı açığa çıkarır. Termitler tarafından metan gazı üretildiği, ilk olarak 1932 yılında Cook adlı bilim adamı tarafından keşfedilmiştir. Daha sonra 1982 yılında Zimmerman adlı başka bir bilim adamı da termitlerin ürettiği gazların oranını hesaplamayı başarmıştır.

“Selüloz, doğada çürümesi ve yok edilmesi oldukça güç olan bir maddedir” diyen böcek bilimci Dr. Roger Gold, termitlerin yaptıkları işin gerçekte ne kadar önemli olduğunu şöyle ifade etmektedir:

“… Ve eğer bu termit gazı olmasaydı, insanoğlunun bu gezegen üzerinde yaşaması mümkün olmazdı.” (agnews.tamu.edu/stories/ENTO/ Feb2697c.html)

Termitin son derece küçük bedeniyle kendisi için uygun bir besin bulması kuşkusuz ki zor değildir. Onun, metabolizması ile uyuşmayan bir besini tercih etmesi ise Allah’ın yarattığı mucizeleri görmek isteyenler için son derece önemli bir delildir. Büyüklüğü 1 santimetreyi bile bulmayan bir canlı, beslenebilmek için bir mikroorganizmaya ihtiyaç duymakta ve bu mikrocanlı da adeta görevi kendisine öğretilmiş gibi termitin bağırsaklarındaki yerini almaktadır. Bu düzen, tüm termitlerde yerini almış, her termitte sindirimi sağlayacak mikroorganizmalar hazır bulunmuş, yine tüm termitler bu besin kaynağından faydalanmışlardır. Çünkü herşeyde olduğu gibi bir termitin rızkını edinmesinde de Allah’ın kanunu işlemekte, Allah, bir ibret ve ders olması için küçücük bir canlıda kusursuz bir yaratılış mucizesi göstermektedir. Yüce Allah Kuran’da bunu şu şekilde haber vermiştir:

“Kendi rızkını taşıyamayan nice canlı vardır ki onu ve sizi Allah rızıklandırır. O, işitendir, bilendir.” (Ankebut Suresi, 60)

Şeker Molekülüne Tahtayı Sağlamlaştırma Özelliğini Veren, Kudret Sahibi Rabbimiz’dir

Selülozla ilgili olarak verdiğimiz bütün bu bilgiler bir kez daha, canlılarda birbirine bağımlı sistemlerin var olduğunu ve bunların rastlantılar sonucunda meydana gelmediğini gösterir. Rastgele tek bir olay gelişse, tüm düzen birbirine karışacak ve sistem işlemez duruma gelecektir. Örneğin selülozun koruyucu özelliğinden bir kere mahrum kalsalar, bitki hücreleri dış ortamın etkisine dayanamayarak kısa süre içinde ölecektir. Veya bir şeker molekülü olan selüloz özel kıvrımlı bir molekül yapısına sahip olmasa, sert ve sağlam bir madde yerine suda kolaylıkla eriyebilen sıradan bir molekül karşımıza çıkacaktır. Bütün bunlar elbette ihtimallerden birkaçıdır.

Normal şartlarda bir molekülün oluşumu sırasında tesadüfi olarak meydana gelebilecek tek bir olay o molekülü kaçınılmaz olarak ortadan kaldıracaktır. Çünkü tesadüfler devreye girdiğinde planlı birtakım işlemlerin gerçekleşmesi ihtimalinden söz etmek oldukça zordur. Oysa karşımızda son derece bilinçli ve planlı olarak bir araya getirilmiş atomlar ve bütün bunlara özel olarak verilmiş görevler bulunmaktadır. Ve bu öyle üstün bir plan ve bilinçtir ki, dünya şartlarında tüm imkanlar seferber edilse bile bir benzeri meydana getirilemez. Tüm bunlar canlılığı yaratanın Allah olduğunu açıkça gösteren delillerdir. Allah bir ayetinde insanlara, Kendisi’nin herşeyi sarıp kuşatmış olduğunu şöyle haber vermektedir:

“Dikkatli olun; gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler. Dikkatli olun; gerçekten O, herşeyi sarıp-kuşatandır.” (Fussilet Suresi, 54)

Ağacın yapısını meydana getiren temel kimyasal maddelerden biri “lignoselüloz”dur. Bu madde, oduna sağlamlığını kazandıran “lignin” ve “selüloz” denilen maddelerin karışımından oluşur. Ağacın kimyasal yapısı incelendiğinde %50 selüloz, %25 hemiselüloz ve %25 lignin maddelerinden meydana geldiği görülür.

Dünya yüzeyinin oldukça geniş bir bölümünü kaplayan selüloz, ağaç dokusunun %50’sini, pamuğun ise %90’ını oluşturmaktadır. Bu molekül, vücuda temel bir besin olarak giren ve sindirimi sonucunda büyüme, hareket ve düşünce için enerji olarak kullanılan nişasta ile oldukça benzerlik gösterir. Nişasta, metabolizma için bir yakıttır. Selüloz ise bitkilere özel bir yapı malzemesidir. İkisini birbirinden ayıran tek fark ise molekül bağları arasındaki farklılıktır.

Koalalar Selülozu Nasıl Sindirir?

Koalaların besin kaynağı olan okaliptüs yapraklarının ana maddesi selülozdur. Tıpkı diğer otçul memeliler gibi koala da okaliptüslerin ana maddesi olan selülozu sindiremez. Ancak bu işlemi, onun için selülozu sindirebilen ve koalanın körbağırsağında yaşayan mikro organizmalar yaparlar.

Koalanın körbağırsağı, sindirim sisteminin en ilginç parçasıdır. Yaprakların sindirim sisteminden geçişi burada geciktirilir. Bu gecikme sayesinde körbağırsaklardaki mikro organizmalar faaliyete geçerek selülozu koalanın faydalanacağı hale getirirler. Bu haliyle koalanın kör bağırsağı biyokimyasal bir fabrikaya benzetilebilir. Selüloz bu fabrikada işlenirken, yağlar ve zehirli niteliğe sahip kimyasallar (fenol bileşikleri) başka bir fabrikada yani karaciğerde süzülmeye uğrayarak etkisiz hale gelirler.





sitemiz kez ziyaret edilmiştir.

http://haberanatomi.blogspot.com/

11 Kasım 2010 Perşembe

Tiktaalik Roseae Darwinistler tarafından nasıl sahte bir ara fosil haline dönüştürüldü?

Uzun yıllardır üzerinde Darwinistler tarafından spekülasyon yapılan Tiktaalik Roseae hakkındaki Darwinist aldatmaca pek çok yönden tekrar deşifre edildi. Defalarca gündemde tuttuğumuz Darwinist sahtekarlık, yeni yönleriyle bir kez daha ortaya çıkarıldı. Tekrar anlaşıldı ki, insanlar Darwinistler tarafından aldatılıyor; TİKTAALİK ROSEAE, BİR TİMSAH TÜRÜNDEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİL:

•Tiktaalik Roseae ile ilgili bilinmesi gereken çok önemli gerçekler vardır. Şimdiye dek garip görünümlü kolları ve tüm bedeni ile oldukça kapsamlı şekilde resmedilen, rekonstrüksiyonları hazırlanan ve bu hayal ürünü rekonstrüksiyonları müzelerde sergilenen, yıllarca kitaplarda ara fosil olarak tanıtılan Tiktaalik Roseae fosili aslında YALNIZCA BİR KAFATASINDAN İBARETTİR.
•Kafatasına eklenen diğer kemiklerin hiçbiri bu canlıya ait değildir ve fosilce zengin olan aynı katmanlarda bulunmuş BAŞKA CANLILARA AİT KEMİKLERDEN OLUŞMAKTADIR.


•Bu canlı ile bağdaştırılmaya çalışılan yüzgeç parçaları da aynı katmanlarda yaşayan diğer balık fosillerine aittir. BUNLAR KASITLI OLARAK, BULUNAN KAFATASI İLE BAĞLANTILI GİBİ GÖSTERİLMEYE ÇALIŞILMIŞTIR. Bu yolla Tiktaalik Roseae sahte bir ara fosil haline getirilmiştir.
•Dolayısıyla canlının kafatası ve ona yerleştirilen diğer parçalar üzerinden yapılan spekülasyonların tamamı SAHTEDİR.
•Kafatasına ait tüm özellikler TİMSAHA AİT ÖZELLİKLERDİR: Gözler birbirine yakın ve üsttedir, kafatası yassıdır, kafatası gövdeden ayrı hareket edebilmektedir, keskin dişler ve genel görünüm tam anlamıyla timsaha özgüdür. Canlının görünümü, günümüzde Çin’de yaşayan ALLİGATOR SİNANSİS TÜRÜ TİMSAH İLE BİREBİR AYNIDIR.


•Nitekim buradaki sahtekarlığı Tiktaalik Roseae’nın rekonstrüksiyonunu hazırlayan sanatçının izahlarından da anlamak mümkündür. Söz konusu sanatçı, fosilin rekonstrüksiyonunu hazırlarken, canlıyı TAMAMEN HAYAL GÜCÜYLE YENİ BAŞTAN OLUŞTURDUĞUNU açıkça ifade etmektedir.
•Dahası aynı sanatçı söz konusu canlının dokularını da kendisinin belirlediğini belirtmiş, tek bir fosil kalıntısından bir canlı görünümü meydana getirebilmek için çok fazla spekülasyona ihtiyaç olduğunu da rahatlıkla ifade etmiştir.
•Tamamen timsah özellikleri gösteren bir kafatasını, Darwinist bir sanatçının evrim ideolojisi doğrultusunda garip görünümlü sahte bir ara form haline getirmesi, görüldüğü gibi Darwinistler için hiç de zor olmamaktadır. Yıllardır sürüp giden Tiktaalik Roseae aldatmacası, işte bu basit kandırma yöntemi yoluyla milyonlara ulaştırılmıştır.
•Konu hakkında fazla bilgisi olmayan bazı insanlar, Darwinistlerin bilimsel yollarla hareket ettiği yanılgısına düşerek, gerçekten de bir ara fosilin bulunduğu ve canlının gerçek görünümü ile sergilendiği izlenimine kapılmışlardır. Oysa elde yalnızca bir timsah kafatası, bu kafatasının yakınlarında bulunmuş çeşitli balıklara ve diğer canlılara ait kemik ve yüzgeç parçaları ve bir sanatçının evrim hikayelerine göre yönlendirilen hayal gücü vardır. Özetle insanlar bir kez daha Darwinistler tarafından aldatılmışlardır.
•Tiktaalik Roseae, Darwinistlerin en çaresiz kaldıkları ve yenilmeye başladıkları bir dönemde acil ihtiyaçtan ön plana çıkarılmış bir sahte ara fosildir. Tıpkı, son dönemlerde Darwinistler açısından büyük bir utanç vesilesi olan İda, Ardive Austrolapithecus Sedibasahtekarlıklarında olduğu gibi.
•Gerçekte,Tiktaalik Roseae, günümüzde de örnekleri bulunan mükemmel bir timsah türüdür. 375 milyon yıl önce yaşamıştır ve GÜNÜMÜZDEKİ TİMSAH TÜRLERİ İLE TAMAMEN AYNIDIR.

•Bu canlı gerçekte, DARWİNİZM’İ YERLE BİR EDEN BİR YAŞAYAN FOSİLDİR.




•Darwinist spekülasyonlar sürdükçe, ara fosil sahtekarlıkları üzerine açıklamalarımız da devam edecektir elbette. Fakat asıl olan Darwinistlerin henüz TEK BİR PROTEİNİN TESADÜFEN ORTAYA ÇIKIŞINI DAHİ AÇIKLAYAMAMIŞ OLMALARIDIR. Evrim, daha hayatın başlangıcı safhasında yerle bir olmuştur.
•DAHA ORTADA TEK BİR TANE PROTEİNİN NASIL ORTAYA ÇIKTIĞINI AÇIKLAYAMAMIŞKEN, HAYATIN BAŞLANGICI AŞAMASINDA DARWİNİSTLER TAMAMEN YENİLMİŞKEN, solungacı kollara dönüşen canlı aldatmacalarını öne sürmeleri Darwinistleri gerçek anlamda zavallı konumuna düşürmektedir.
•Darwinist sahtekarlığın foyası bir kere daha ortaya çıkmıştır. Aldatmacanın yöntemi tüm yönleriyle deşifre edilmiştir. Darwinistler için artık çıkış yolu kalmamıştır. Ne zaman bir aldatmaca ile ortaya çıksalar mutlaka o aldatmaca yerle bir edilecektir. Ve mutlaka tek bir protein karşısında açıklamasız kaldıkları halkımıza tekrar tekrar hatırlatılacaktır.
•Bu Allah'ın değişmeyen bir adetullahıdır. Rabbimiz bir ayette batılın her zaman yenileceğini şöyle bildirmektedir:
"Hayır, Biz hakkı batılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o, yok olup gitmiştir. (Allah'a karşı) Nitelendiregeldiklerinizden dolayı eyvahlar size. (Enbiya Suresi, 18)




sitemiz kez ziyaret edilmiştir.



http://haberanatomi.blogspot.com/

6 Kasım 2010 Cumartesi

Genom Çalışmaları ''Tesadüfen Oluşan İlk Hücre'' Aldatmacasını Yerlebir Ediyor



Evrim teorisinin hiçbir bilimsel dayanağı olmayan iddiasına göre, yeryüzünde henüz hayat yokken, cansız maddeler tesadüfler sonucunda bir araya gelerek ilk canlı organizmayı meydana getirmiştir. Bu evrimci iddiaya göre, ilk canlı organizmanın tesadüfen gelişebilecek kadar basit bir yapıya sahip olması gerekmektedir.

Oysa Darwinistler, TEK BİR PROTEİNİN BİLE NASIL ORTAYA ÇIKTIĞINI AÇIKLAYAMAMAKTADIRLAR.

Tek bir proteinin kendi kendine oluşamayacağı gerçeği zaten evrim teorisini tamamen temelinden yok eden bir gerçektir. Fakat bir an için bu imkansız ihtimalin gerçekleştiğini varsaysak bile, Darwinistlerin iddia ettiği “ilkel hücre”nin zaten yaşamın kendi kendine başlaması ihtimalini çok daha kesin delillerle ortadan kaldırdığını görürüz. 21. yüzyılda bilimin sağladığı bilgiler, en sade yapılı denebilecek canlının bile aslında çok kompleks olduğunu ve bu nedenle tesadüfen ve kendiliğinden oluşmasının imkansız olduğunu göstermektedir.

Bu bilgiyi bize genom araştırmaları vermektedir. Bilim adamları en küçük genoma sahip olan canlıların (ekstremofilik arke ve öbakteriler) en az kompleksliğe sahip canlılar oldukları düşüncesinden yola çıkarak, bu canlıların tesadüfen ve kendiliğinden oluşma ihtimallerini hesaplamışlardır. Burada önemle belirtilmesi gereken bir nokta ise şudur: Bu canlılar aynı zamanda bilim adamlarının dünyadaki en eski yaşam formu olarak gördükleri canlılardır.

Genom araştırmaları sonucunda yaşam için gerekli olan en düşük protein sayısının 250 ile 450 arasında olması gerektiği ortaya konulmuştur. [1]Yani hücrenin yapısal özelliklerini oluşturmak ve hayatın devamı için gerekli olan temel fonksiyonları yerine getirmek için aynı anda bir araya gelmesi gereken minimum farklı protein sayısı 250 ile 450 arasındadır.

Şu noktayı da ayrıca belirtmek gerekir ki, bu bulunan 250-450 minimum protein sayısı, parazit olarak yaşayan mikroplardan elde edilen protein sayısıdır. Bir organizmanın, başka bir canlı organizmaya bağımlı olmadan yaşayabilmesi için gereken minimum protein sayısı ise yaklaşık 1500 proteindir. Yani Darwinistlerin, tek bir işlevsel hücrenin oluşabilmesi için gereken 1500 ayrı proteinin varlığını ayrı ayrı açıklamaları gerekmektedir. Fakat tekrar hatırlatmak gerekirse, Darwinistler tek bir proteinin kendi kendine oluşumunu dahi açıklayamamışlardır.

Bir organizmanın canlı sayılabilmesi için gereken 250 ila 1500 arasındaki farklı proteinin tesadüfen, aynı anda ve aynı ortamda kendiliğinden oluşması olasılığı imkansızın da ötesindedir. Konuyla ilgili yapılan olasılık hesapları aşağıdaki tabloda verilmektedir:





Yukarıdaki tabloda görüldüğü gibi en az proteine sahip bir canlı organizmanın tesadüfen oluşma ihtimali, 1018,750’de 1 ihtimaldir. (Sayının büyüklüğünü anlayabilmek için, tüm evrendeki atomların sayısının 10 üzeri 78 olduğunu hatırlatmakta fayda vardır.) Yani böyle bir ihtimal yoktur. Evrimciler tüm bu hesaplara ve bilimsel verilere rağmen, yine de büyük bir ısrarla imkansızın gerçekleştiğine inanmak istemektedirler. Bu ısrarın tek nedeni ise, her şeyi yoktan var eden Yüce Allah’ın varlığını inkar etmedeki kararlılıklarıdır.

Morowitz’in olasılık hesabı
Yukarıda bahsedilen olasılık hesapları, biyofizikçi Harold Morowitz’in yaptığı bir hesaplama ile de uyumludur. Morowitz, E.koli bakterisinin tüm kimyasal bağlarını kırıp, E. Koli bakterisini oluşturan tüm atomların serbest kaldığını varsaymış ve sonra bu atomların tekrar kendiliklerinden bir araya gelerek tekrar E.koli bakterisini oluşturma ihtimalini hesaplamıştır. Bu teorik deneyde hem gerekli olan tüm atomlar gerekli olan miktarda ortamda bulunmaktadır,, hem de dışarıdan hiçbir başka atomun aralarına karışmayacağı farz edilmiştir. Buna rağmen, yani tüm gerekli atomlar, gerektiği kadar sayıda ve en elverişli ortamda bir arada bulunmalarına rağmen, belirli bir düzende kendiliklerinden bir araya gelerek tekrar E. koli bakterisini oluşturma ihtimallerinin 10100,000,000,000 ‘da bir ihtimal olduğunu tespit etmiştir. [3]Bu imkansızın da ötesinde bir ihtimaldir. Böyle bir sayı evrende en az kompleksliğe sahip bir bakterinin bile, tüm koşullar ve malzemeler bir araya getirilse dahi kendiliğinden oluşmasının imkansızlığını gözler önüne sermektedir.


Canlılığın oluşması için sadece yeterli sayıda proteinin bir araya gelmesi de yeterli değil
Canlılık için gereken sayıda proteinin elimizde hazır olduğunu düşünelim. Herhangi bir şekilde oluşması imkansız olan bu proteinlerin var olması dahi TEK BİR HÜCRENİN OLUŞMASI İÇİN YETERLİ DEĞİLDİR. Mikrobiyologlar veya biyokimyacılar, bu proteinlerin hücre içerisindeki organizasyonlarının da çok önemli olduğunu, aksi takdirde proteinlerin hiçbir işe yaramayacağını açıkça belirtmektedirler. Üstelik Darwinist bilim adamlarının da çok iyi bildiği gibi hücre, proteinlerden çok daha kompleks olan, proteinleri üreten organellere ve muhteşem bilgi bankası DNA’ya sahiptir. Canlı bir hücre, bütün bu yapıların tamamının aynı anda, aynı işlev ve organizasyona sahip olarak, aynı bilinç ile haraket etmeleriyle mümkün olur. Bu, Darwinizm’i yıkan en temel gerçektir.

1990’ların ortalarına kadar bakterilerin olağanüstü bir iç organizasyona sahip oldukları bilinmiyordu. Oysa, artık tek hücreli protozoanları oluşturan kompleks hücrelerin (ökaryot) bir çekirdek, organeller, zar sistemleri, bir sitoiskelet, birçok iç bölüm ve moleküler seviyede hücre içeriğini organize eden diğer içeriklerden oluştuğu bilinmektedir. [4] Bu sistemlerin tamamı, olağanüstü derecede komplekstirler. Biri diğerinden ayrı işlev göremezler,

Sonuç

Burada verilen bilgilerden görüldüğü gibi mikrobiyoloji, biyokimya, genom araştırmaları, kısacası 20. yüzyılın ikinci yarısına ve 21. yüzyıla hakim olan başlıca bilimsel gelişmeler, evrim teorisinin tüm iddialarını ortadan kaldırmıştır. Bu bilimsel sonuçlar, Darwinizm’in kesinlikle gerçeklikten uzak, bilim dışı iddialardan oluştuğunu çok açık olarak ortaya koymuştur. Evrimcilerin “çok basit ilk canlı organizma” iddiaları, bilimle çürütülmüştür. Bir organizmanın canlı olabilmesi için gereken minimum protein sayısı ve minimum komplekslik dahi, evrimcilerin tesadüf iddialarıyla açıklanamayacak kadar komplekstir ve mükemmel bir organizasyona sahiptir. Tüm bu komplekslikler bir yana, evrim teorisini, yalnızca tek bir hücenin varlığı sona erdirmektedir.

Canlılığın, Allah’ın sonsuz Aklı, İlmi ve Gücü ile yoktan var edildiği çok açık bir gerçektir. Akıl ve vicdanla çok açık olan bu gerçek, günümüzde sayısız bilimsel veriyle de desteklenmektedir.

Kur’an’da Yüce Rabbimizin benzersiz yaratışı için şöyle buyrulmaktadır:

Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)



[1] Jack Maniloff, “The Minimal Cell Genome:’On Being the Right Size’,” Proceedings of the National Academy of Sciences, USA 93 81996), pp. 10004-10006; Mitsuhiro Itaya, “An Estimation of Minimal Genome Size Required for Life,” FEBS Letters 362 (1995), pp 257-260; Rana and Ross, Origins of Life, p. 163

[2] Rana and Ross, Origins of Life, p. 163

[3] Robert Shapiro, Origins: A Skeptic’s Guide to Creation of Life on Earth (New York:Bantam Books, 1986), p. 128; Rana and Ross, Origins of Life, p. 164

[4] Lucy Shapiro and Richard Losick, “Protein Localization and Cell Fate in Bacteria,” Science 276 (1997), pp.712-718; Rana and Ross, Origins of Life, p. 166







sitemiz kez ziyaret edilmiştir.


http://haberanatomi.blogspot.com/

Hata yapmaktan korkmamak...



Hata yapmaktan korkmamak için, önce hatanın ne olduğunu iyi düşünmek gerekir. Hata, bir insanın ‘istemeden yaptığı’ davranışlardır. Gereği gibi düşünemediği, gereken tüm tedbirleri alamadığı, gereği gibi irade gösteremediği, ihmalkarlık yaptığı, unuttuğu ya ya da yanıldığı için elinde olmadan sebep olduğu durumlardır.

Bir de kasten yapılan, karşı tarafa zarar vermeyi amaçlayan, kin, öfke veya kıskançlıkla, intikam duygularıyla, rekabet hissiyle, kötülük olsun diye, özel olarak tasarlanan davranışlar vardır.

Kasten yapılan kötü amaçlı bu davranışlarda ilgili kişiye buğz edilmesi, o kişiye karşı tedbir alınması ve dikkatli davranılması son derece normal ve hatta gereklidir.

Ancak iyi niyetli bir insanın, istemeden yaptığı, hatta ortaya çıkan sonuçtan en çok kendisinin rahatsız olduğu bir durumda, o kişiye karşı haksız bir kızgınlık duymak vicdana uygun değildir. Çünkü herşeyden önce, o kişi yalnızca kaderinde olanı yapıyordur. Allah dilediği için o hata gerçekleşmiş, Allah dilediği için o kişi, o hatayı yapacağı şartları hazırlamıştır.

İnsan Allah'a ait bir varlıktır. Allah'ın sonsuz gücü karşısında acz içindedir. Allah'a tam teslimiyetle kaderini yaşamaktadır. Bu nedenle hayatı boyunca her ne yaşarsa yaşasın, ne tür bir durumla karşılaşırsa karşılaşsın, tüm bunları Allah'ın yarattığını unutmamalıdır. Ve iman eden bir insan için –Allah her ne yaratırsa yaratsın- , -ve bu her ne kadar eksiklik, acı ya da sıkıntı olarak görünürse görünsün-, mümin için kesinlikle ‘hayırdır’, ‘nimettir’. Allah dilediği için o kişi o hatayı yapmaktadır. Demekki o hatanın sonucunda gerçekleşmesi gereken bir durum vardır. Ve bunda da mümin için mutlaka bir güzellik vardır. Allah olayların başka bir şekilde gelişmesini o kişi için daha hayırlı görmüştür. O zaman mümin de meydana gelen bu durumdan tedirgin olmayacak, Allah'ın takdir edip güzel gördüğü sonuçta, o da aynı güzelliği görecektir.

Örneğin bir insan yürürken dikkatini tam olarak açmadığı ve önüne bakmadığı için karşısına çıkan bir şeyi kırıp yıkabilir. Ya da saatlerce emek verilererek hazırlanmış bir yemek tabağına çarpıp yere düşürebilir. Uyuyakaldığı için kendisini bekleyen insanların işlerini geciktirebilir. İşte tüm bunlarda Allah'ın yarattığı türlü hikmetler gizlidir. O kırılan eşyayı kıran Allah'tır. O eşya belki ileride sahipleri arasında bir huzursuzluğa yol açacak, belki daha tehlikeli ve birine zarar verecek şekilde kırılacaktır. Belki de onun kırılmasıyla, Allah o yere onun çok daha güzelinin alınmasını sağlayacaktır. Aynı şekilde yere dökülen yemeği döktüren de Allah'tır. Belki o yiyecekte bayat bir malzeme vardır ve yiyen birinin rahatsızlığına sebep olacaktır. Belki yiyecek olan kişinin daha sağlıklı bir şeyi yemesine engel olacaktır. Bunun gibi uyuduğu için gideceği yere gidemeyecen bir insanı uykudan uyandırmayan da Allah'tır. Çünkü onu bekleyen arkadaşlarının geç kalması gerekiyordur. Belki bu onları bir tehlikeden koruyacak, belki daha önemli bir şeyi halletmeleri için onlara imkan oluşturacaktır.

Bunlar sadece birkaç örnekten ibarettir. Ama mümin, gün boyunca yaşadığı tüm olayları ve yaptığı hataları da bu bakış açısıyla ve hikmet gözüyle değerlendirmelidir. Allah Kuran'da şöyle bildirmiştir:



Onların işlemiş oldukları herşey kitaplarda (yazılı)dır. Küçük, büyük herşey satır satır (yazılı)dır."(Kamer Suresi, 52-53)



Ancak bu gerçeği düşünmeyen pek çok insan hata yaptığında telaşa kapılır. Hatanın şiddetine göre bu tedirginliği, üzüntüsü ve huzursuzluğu daha da artar. Özellikle de bu hatanın yol açtığı durumdan etkilenen insanların konumunu düşündükçe, bu rahatsızlığı daha da gelişir. Onların kendisine kızgınlık duyacaklarından, tavır alacaklarından çekinmesi ise, yaşadığı bu sıkıntıyı daha da artırır.

Oysa ki kişinin yaşadığı tüm bu sıkıntılar tümüyle yersizdir. Ve herşeyden önce Kuran ahlakına uygun değildir. Müminin “herşeyde hayır olduğunu bilerek” kalbinin mutmain olmuş yani yatışmış olması gerekir. Nasıl ki bir başkası hata yaptığında, o hatayı sahiplenmiyor ve bu tarz bir sıkıntıya girmiyorsa, kendisi yaptığında da durum bundan farksızdır. Sıkıntıya, üzüntüye kapılmamalıdır. Ama hatasından ders almalıdır. Üzerinde derinlemesine düşünmelidir. Bir daha tekrarlanmaması için ne tür tedbirler alması gerektini tespit edip bunları planlamalıdır. Hatasıyla neden olduğu durumu ortadan kaldırmak için elinden gelen her türlü çabayı göstermelidir. Zarar verdiği insanlar varsa, bu kimselerden özür dilemelidir. Gönül alıcı güzel sözlerle, Allah'tan korkan, güzel ahlaklı, vicdanlı bir insan olduğunu bu kimselere göstererek, o hatayı istemeden yaptığı konusunda karşı tarafı ahlakıyla rahatlatmalıdır.

İnsan yaptığı hatayla kimi zaman küçük sorunlara, kimi zaman da çok hayati ve büyük sorunlara yol açabilir. Bu da insanı telaşlandırmamalıdır. Sonuç, maddi ya da manevi anlamda, zahiren telafi edilemez boyutlarda da olsa, ya da sıradan ve basitçe halledilebilir aksaklıklara da yol açsa bu, müminin düşünce şeklini değiştirmez. Mümin elbetteki vicdan azabı duyar, pişmanlık hisseder. Ancak Allah zaten insanı, vicdanını bu şekilde kullanması, pişman olup tevbe etmesi, Allah'tan bağışlanma dilemesi ve o hatayı bir daha yapmamak için karar alması için özellikle hata yapacak karakterde yaratmıştır.

Elbette ki insan hata yapmamak için elinden geleni yapmalı; aklını, vicdanını, iradesini, yeteneklerini, imkanlarını son noktasına kadar kullanarak aldığı bir sorumluluğu ya da yapacağı bir işi olabilecek en kusursuz ve mükemmel şekilde yerine getirmeye çalışmalıdır. Ama hata oluştuğunda da, Kuran'da hata yapan müminin göstermesi için bildirilen ahlakı yaşayarak bu durumu telafi etmelidir.

Müminlerin her konudaki ölçüleri Kuran olduğu için, hata yapan bir insana olan bakış açıları da yalnızca Kuran ahlakıyla olacaktır. Mümin, karşısındaki gibi kendisinin de her an hata yapabilecek, acz içinde bir insan olduğunu bilir. Her insana herşeyi yaptıranan Allah olduğunu bilir. -Allah'ın dilemesiyle-, bir insanın samimiyetle mi yoksa kasti olarak mı böyle bir hata yaptığını fark edebilir. Samimi olan bir insana ise, sadece tek bir hatasından dolayı ne sevgisinde ne de saygısında bir değişiklik olmaz.

Ayrıca Allah Kuran'da müminlere “affedici ve hoşgörülü olmayı”, “bağışlamayı” emretmektedir. İşte Müslüman bir kardeşinin, küçük ya da büyük bir hata yapması, müminin bu ahlakı göstereceği anlardır. Hata yapan kardeşini tedirgin etmeden, yaptığı hatayla onu minnet altında bırakmadan ona doğrusunu gösterecek; hatalı yönlerini düzeltmesine yardımcı olacaktır. Affedecek, bağışlayacak, sevgiyle, hoşgörüyle cesaretlendirerek kardeşinin o hatadan kurtulmasını ve çok daha iyi olmasını sağlayacaktır.



... Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah'a aittir. Gerçekten O, zalimleri sevmez. (Şura Suresi, 40)

... Yine de affeder, hoş görür (kusurlarını yüzlerine vurmaz) ve bağışlarsanız, artık elbette Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Teğabün Suresi, 14)

Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoşgörsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nur Suresi, 22)

Kim sabreder ve bağışlarsa, şüphesiz bu, azme değer işlerdendir. (Şura Suresi, 43)

Bir hayrı açıklar ya da gizli tutarsanız veya bir kötülüğü bağışlarsanız, şüphesiz Allah, affedicidir, güç yetirendir. (Nisa Suresi, 149)





sitemiz kez ziyaret edilmiştir.


http://haberanatomi.blogspot.com/

1 Kasım 2010 Pazartesi

İNSANIN ACİZLİĞİ



O, biri diğeriyle 'tam bir uyum' (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiç bir 'çelişki ve uygunsuzluk' (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir.(Mülk Suresi, 3-4)

Allah, insanları ve içinde yaşayabilmelerine olanak sağlayan evreni öylesine hassas dengelerle yaratmıştır ki, insanın bu hassas dengeye müdahalesi ya da ona aynı işlevi sağlayacak bir alternatif oluşturması mümkün değildir. İnsan, tüm bu acizlikleriyle Allah’a muhtaçtır.
Vicdanıyla düşünen her insan, hem kendisinin hem de içinde yaşadığı evrenin üstün bir güç tarafından var edilmiş olduğunu rahatlıkla kavrayacaktır. Yalnızca kendi bedenini ya da doğadaki herhangi bir şeyi incelediğinde, büyük bir uyum, plan ve akıl bulacaktır ve bu aklın, gücün karşısında kendi aczini farkedecektir.

Örneğin gözkapağı diye bir şey olmasaydı çok kısa bir süre içerisinde hepimiz kör olurduk. Göz kapakları hem göz küresini korur, hem de belirli bir nem oranında tutar. Gün içinde farkında dahi olmadan binlerce kere gözlerimizi kırparız, bu işlem otomatik bir temizleme mekanizmasıdır. Gözkapağımız olmasaydı, gözümüzdeki kornea kururdu ve çok kısa bir süre sonra göz, görevini yapamaz hale gelirdi. En küçük bir toz tanesi dahi, gözümüzün mikrop kapmasına sebep olurdu. İnsan öylesine acizdir ki, Allah’ın kendisine verdiği bu koruma sistemine bir alternatif oluşturması mümkün değildir. Gözkapağıyla doğmak da insanın elinde değildir. Buna sahip olmak için hiçbir çabamız olmadı, hepimiz doğduğumuzda gözkapaklarımızla doğduk. Böyle bir yapı ancak üstün akıl gerektiren bir yaratılış sonucunda gerçekleşir. Bu benzeri olmayan aklın sahibi ise Allah'tır.

Ey insan, 'üstün kerem sahibi' olan Rabbine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir? Ki O, seni yarattı, 'sana bir düzen içinde biçim verdi' ve seni bir itidal üzere kıldı. Dilediği bir surette seni tertib etti. (İnfitar Suresi, 6-8)

Eğer gözleriniz şu anda görüyorsa, ve siz de böyle büyük bir nimetin kıymetini gereği gibi takdir edip bu eşsiz nimeti size lütfedene minnettarlığınızı ifade etmiyorsanız çok büyük bir nankörlük içindesiniz demektir. İnsanların büyük bir bölümü de aynı durumdadır:

De ki: "Sizi inşa eden (yaratan), size kulak, gözler ve gönüller veren O'dur. Ne az şükrediyorsunuz?" (Mülk Suresi, 23)

Gözlerimiz yeri farlı bir yerde olsaydı, örneğin gözlerimiz bacağımızın üzerinde olsaydı, sadece yürüdüğümüz bölgeyi göreceğinden başımız sürekli bir yerlere çarpacaktı. Belki de bu durum ölümcül darbeler almamıza sebep olacaktı. Oysa hiçbir insan kendi gözünün yerini kendi belirleme gücüne sahip değildir. Gözü, insanın en uygun yerinde olarak yaratan Allah’tır. Bir ayette yaratılıştaki kusursuzluk şöyle ifade edilmiştir:

O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca varedendir, "şekil ve suret" verendir... (Haşr Suresi, 24)

Her an milyonlarca metre küp su, okyanuslardan atmosfere, oradan da karalara taşınır. İnsan yaşamı, ancak bu dev su dolaşımı sayesinde sürebilmektedir. Eğer bu dolaşımı biz organize etmeye kalksaydık, kuşkusuz Dünya'nın tüm teknolojisini biraraya getirsek dahi başaramazdık. Ancak buharlaşma yoluyla, hayatımızın birinci şartı olan su, bize masrafsız ve zahmetsiz bir biçimde üstelik temizlenmiş olarak verilmektedir. Suyun, formülü bilinmesine ve gerekli elementlere sahip olunmasına rağmen teknoloji çağı denen çağda insan tarafından üretilememesi de insanın acizliğine bir örnektir. Bizim hiçbir şekilde dolaşımını kontrol edemediğimiz ve onsuz birkaç günden fazla yaşayamayacağımız su, bizlere Allah tarafından özel olarak gönderilmektedir. Kuran'da, bunun insanın "şükretmesi" için en açık işaretlerden biri olduğunu Allah şöyle haber vermektedir:

"Şimdi siz, içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık; şükretmeniz gerekmez mi?" (Vakıa Suresi, 68-70)

Yağmur damlasının şekli farklı olsaydı ya da atmosferin sürtünme özelliği olmasaydı her yağmur yağışında yeryüzünün nasıl bir felaketle karşı karşıya geleceğini anlamak için aşağıdaki rakamlara bakmak yeterli olacaktır.

Yağmur bulutlarının minumum yüksekliği 1200 metredir. Bu seviyeden düşen tek bir damlanın yaptığı etki, 1 kilogramlık bir ağırlığın 15 cm’den bırakılmasına eşittir. Ancak 10.000 metre yükseklikte de yağmur bulutları bulunabilmektedir ki, bu kez tek bir damla,1 kilogramlık ağırlığın 110 cm’den bırakılmasına eşit bir etki gösterecektir. Ancak yağmur damlasının atmosferin sürtünme etkisini arttıran ve yere daha yavaş düşmesini sağlayan bir biçime sahip olması nedeniyle yağmur insanlar için bir felaket değil, Allah’ın insanlara bahşettiği nimetlerden biridir. Kuran'da, Zuhruf Suresi'nin 11. ayetinde yağmur, "ölçü" ile inen bir su olarak şöyle tarif edilmektedir:

"O Allah ki gökten bir ölçü ile su indirir." (Zuhruf Suresi, 11)

Gerçekten de yağmur yeryüzüne şaşmaz bir ölçü içinde inmektedir. Yağmurun sahip olduğu ölçülerden biri de yukarıda açıkladığımız düşüş hızıyla ilgilidir. Ve insanın yağmur damlasının şeklini belirleme, değiştirme ya da atmosferin sürtünme özelliğine alternatif bir özellik oluşturabilme gibi bir gücü yoktur. Bunlar Allah’ın sonsuz merhametinin bir tecellisi olarak yarattığı özelliklerdir.

"Van Allen Kuşakları" denilen ve Dünya'nın manyetik alanından kaynaklanan tabaka olmasaydı dünyada hayat mümkün olamayacaktı. Van Allen kuşakları dünyaya gelen zararlı ışınlara karşı bir kalkan görevi görür ve bu tabaka sayesinde dünya radyasyondan korunur. Van Allen Kuşakları'nın yaşamımız açısından önemini Dr. Hugh Ross şöyle anlatmaktadır:

Dünya, Güneş Sistemi'ndeki gezegenler arasında en yüksek yoğunluğa sahiptir. Bu geniş nikel-demir çekirdeği büyük bir manyetik alandan sorumludur. Bu manyetik alan Van Allen radyasyon koruyucu tabakasını meydana getirir. Bu tabaka yeryüzünü radyasyon bombardımanından korur. Eğer bu koruyucu tabaka olmasaydı, Dünya'da hayat mümkün olmazdı. Manyetik alanı olan ve kayalık bölgelerden oluşan diğer tek gezegen Merkür'dür. Fakat bu manyetik alanın gücü Dünya'nınkinden 100 kat daha azdır. Van-Allen radyasyon koruyucu tabakası Dünya'ya özeldir. (The Icredible Design of the Earth and Our Solar System)

Van Allen kuşakları da Allah’ın, insanların yaşamını sürdürebilmesi için yarattığı bir kalkandır. Allah bunu giderecek olsa insanın yerine yenisini üreterek dünyayı radyasyondan koruyacak bir sistem kurabilmesi mümkün değildir. İnsan kendisini koruması için Allah’a muhtaçtır. Allah’ın bir ayette bildirdiği üzere Gökyüzünün "korunmuş bir tavan" oluşunun en önemli örneklerinden biri dünyayı saran bu manyetik alandır.

Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar. (Enbiya Suresi, 32)

Yağmuru, yere yavaş düşecek biçimde yaratan da, gözlerimizin yerini en uygun şekilde belirleyen de, kör olmamamız için gözkapağını yaratan da, dünyayı radyasyondan koruyan koruyucu tabakaları yaratan da yüce Rabbimiz Allah’tır. Kendini yağmurdan koruyamayan, en çok ihitiyaç duyduğu, olmasa birkaç günden fazla yaşamasının mümkün olmadığı suyu, formülünü bilmesine ve gerekli elementlere sahip olmasına rağmen teknoloji çağı dediğimiz bu çağda üretemeyen insan, tüm bu acizlikleriyle Allah’a muhtaç olarak yaşar.




sitemiz kez ziyaret edilmiştir.


http://haberanatomi.blogspot.com/