]]>

15 Eylül 2011 Perşembe

Hızlı Yüzen ve Yavaş Yürüyen Penguenlerin Hareketlerindeki Yaratılış Delilleri

Penguen bir tür deniz kuşudur. Ancak pula benzeyen tüylerle kaplı dar kanatları uçmak yerine yüzmek için yaratılmıştır. Karada ise çok ağır hareket eder.


Penguenler karada neden yavaş hareket ederler?


Suda hızlı hareket etmelerindeki yaratılış özellikleri nelerdir?


Penguenlerin kısa süreli de olsa havalanmalarının sebebi nedir?


Penguenler, birey sayısı yüz binlere ulaşabilen büyük topluluklar halinde yaşayan canlılardır. Bu canlılar, yaklaşık - 400C’lik bir ortamda yaşamak için özel donanımlara sahip olarak yaratılmışlardır. Buzun üzerinde yaşar, beslenir, avlanır ve yavrularını büyütürler. Bu, kuşkusuz son derece büyük emek isteyen bir iştir. Ancak penguenler, bir insanın Allah’ın dilemesi dışında yaşamaya asla güç yetiremeyeceği böyle bir ortamda varlıklarını sorunsuz devam ettirebilirler. Çünkü alemlerin Rabbi olan Allah penguenlere bulundukları ortama uyum sağlamaları için pek çok özellik bahşetmiş, bu özellikleri de mucizevi detaylarla süslemiştir. Tüm ilmin sahibi olan Allah bir ayetinde bu gerçeği insanlara şöyle haber verir:

“Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. O’nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)” (Hud Suresi, 56)

Penguenlerin Karadaki Yürüyüşleri Ağır, Fakat Enerji Tasarrufu Sağlayacak Şekildedir

Kuyrukları kısa ve ayakları vücutlarının gerisinde olduğu için penguenler karada rahatlıkla dimdik ayakta durabilirler. Fakat yürümeleri oldukça ağırdır. Çünkü büyük gövdeli olmalarına karşın, yürüyüşlerini zorlaştıracak kadar küçük bacaklara sahiptirler. Ancak bu özellikleri Yüce Allah’ın onlara bahşettiği büyük bir nimettir.

Sağa sola sallanarak yürürlerken aslında enerji tasarrufu yaparlar çünkü normal şekilde yürümüş olsalar kendi büyüklüklerindeki bir hayvandan iki kat daha fazla enerji harcamaları gerekirdi. Fakat aşırı kısa bacaklı olan penguenler, yana doğru adımlar atarak kaslarının daha az yorulmasını sağlarlar. Böylece her adımın sonunda bir sonraki adım için enerji depolarlar. Elbette enerji tasarrufu - 400C soğukta oldukça önemli bir detaydır. Kinetik ve potansiyel enerjinin birbirine dönüşümünü kullanarak enerji tasarrrufu sağlayacak bir yürüyüş yapmak Allah’ın canlılar üzerindeki şefkat ve merhametinin en büyük delillerinden biridir. Allah’ın penguenler üzerindeki rahmet ve lütfu sadece yürümelerindeki enerji tasarrufu ile de sınırlı değildir.

Suda Hızlı Hareket Etmelerini Sağlayan Özelliklere Sahip Olarak Yaratılmışlardır

Penguenler, diğer kuşlar gibi havada uçamazlar, ama derin sularda çok usta birer yüzücüdürler. Bu canlılar, suda avlandıkları için karadakinin tam aksine suda çok hızlı hareket ederler. Penguenlerin soğuk suda hızlı hareket etmelerini sağlayan ve üşümelerini engelleyen ise üzerlerindeki kürkleridir. Vücutlarını kaplayan kürkleri, derilerinden üretilen özel bir yağ sayesinde hava geçirmeyen, sıcak tutan, soğuk suyun deriye ulaşmasını engelleyen diğer bir deyişle su geçirmez dalış elbisesi gibidir. Bu kaygan dalgıç kıyafeti sayesinde penguenler, su altında saatte 25 km’ye varan bir hızla adeta uçarcasına yüzerler.

Havada uçan kuşlar, hafif olmak zorundadırlar, bu yüzden kemiklerinin içi boş olacak şekilde yaratılmışlardır. Oysa penguenler derinlere dalabilmek için ağırlığa ihtiyaç duyarlar. İşte bu nedenle Rabbimiz onları kemiklerinin içi dolu olarak yaratmıştır. Böylece penguenler rahatlıkla balıkların peşinden derin sulara dalabilirler. Ayrıca sahip oldukları kanatları uzun telek tüylerinden yoksun olduğu için uçmaya elverişli değildir. Buna karşılık bu kanatlar yüzmede çok kuvvetli yüzgeç görevi görürler.

Penguenler Uçamaz Fakat Kısa Bir Süre Havalanabilirler

Yuvarlak gövdeleri ve tırmanma becerilerinin sınırlı olması dolayısıyla, penguenlerin sudan kıyıya, özellikle de bir buz kütlesi ya da kaya üzerine çıkmaları aslında oldukça güçtür. Bu nedenle kıyıya yaklaşınca suyun derinliklerinden hızla yüzeye yüzüp kendilerini karaya adeta ‘fırlatır’ ve gövdeleri üzerine düşerler. Gövdelerinin üzerine düştüklerinde yüzgeç kanatlarının yardımıyla kızak gibi kayarak, karaların kilometrelerce içlerine kadar gidebilirler.

Penguenlerin bu kısa süreli havalanma özellikleri farklı penguen türlerine göre değişir. Örneğin Adelie penguenleri gibi nispeten küçük türler, sudan 2-3 metre yukarı kadar yükselebilirler ve kendilerine hiçbir zarar vermeden keskin kaya parçalarının üzerine inebilirler. Penguen ailesinin en iri türü olan imparator penguenleri ise su yüzeyinden 20 ile 45 santimetre kadar yükselerek kıyıya zıplarlar.

Penguenler yüzeye yükselirken köpüğü andıran beyaz baloncukları kullanırlar. Saatte 19 km hızla yükselen bu kuşların gövdesini adeta bir palto gibi saran bu hava kabarcıklarının bir benzeri gemilerin suda daha hızlı hareket etmesini sağlamak için kullanılır. Bu yöntemden yola çıkan uzmanlar, penguenlerin kısa süreli havada kalma tekniğinin detaylarını araştırmışlardır.

Penguenlerin Havaya Sıçrama Tekniği

Penguenler, suya dalmadan önce tüylerini kabartıp aralarına bolca hava alırlar. Bunun sebebi suda derinlere indikçe artan basıncın havayı sıkıştırmasıdır. 15-20 metre derinlikte, hava hacim yönünden %75 küçülür, tüyler kapatılıp arasında hapsedilir. Yüzeye hızlı yükseliş sırasında yeniden genişleyen baloncuklar sürtünmeyi azaltıp hızı artırır. Penguenlerin itici gücünü sağlayan kanatları ise köpüklerin dışında kaldığı için havadan etkilenmez. Bu şekilde yüzme esnasında güçlü yüzgeç görevini sürdürebilir ve penguenlerin daha hızlı hareket etmelerini sağlar.

Bilim adamlarının matematik ve sıvı mekaniğini kullanarak çok uzun formüllerle yaptıkları hesaplar sonucunda buldukları bu hızlı hareket etme mekanizmasını penguenler hiçbir hesap yapmadan bilmekte, havanın sürtünme hızını hesaplamakta ve baloncukların sürtünme hızını arttıracak yöntemleri bilmektedirler. Burada kısaca özetlediğimiz penguenlerin bu davranışlarının her aşaması akıl, plan, hesap ve bilgi içermektedir. Ancak tüm bu özellikleri penguenlere ait olarak değerlendirmek elbetteki mantıklı değildir. Çünkü penguen bilinci olmayan, dolayısıyla akıl gösteremeyecek tedbir alamayacak bir canlıdır. Öyle ise penguenin bu davranışlarının nereden kaynaklandığı sorusunun bir açıklaması olmalıdır. Bu akıl ve plan penguenin kendisine ait değilse kime aittir? Elbette penguenlere bu akılcı planları yaptıran, onları yaratan ve tüm bunları ilham ile emreden, sonsuz akıl ve kudret sahibi olan Allah’tır. Bir ayette bu gerçek şöyle bildirilir:

“Allah, her şeyin Yaratıcısı’dır. O, her şey üzerinde vekildir.” (Zümer Suresi, 62)

Melik (Bütün kainatın sahibi ve mutlak surette hükümdarı) Olan Allah Çok Yücedir

Canlılar için yaşamlarını devam ettirmek çok önemlidir. Çünkü alemlerin Rabbi olan Allah canlılara beslenmeyi, çoğalmayı, yavrularına bakmayı ve nesillerini devam ettirmeyi ilham etmiştir. Rabbimiz canlıların bu görevlerini yerine getirmeleri için onlara çeşitli özellikler bahşetmiştir. Penguenler de bu lütuf ve ikramın en güzel örneklerindendir. Kutup bölgelerinde yaşadıkları için enerji tasarrufunu en aza indirecek yürüyüş şekline sahip olmaları, avlanmaları ve kendilerini avlayacak canlılardan kaçmaları için suda hızlı hareket etmeleri, bu amaçla yaratılan tüyler, kanat şekilleri ve sahip oldukları teknik bilgiler bu örneklerden birkaçıdır.

Penguenlerin bu yetenekleri hakkında dikkat edilmesi gereken bir detay daha vardır: Her penguen doğduğu andan itibaren tüm bilgilere sahiptir. Elbette penguenlere sahip olduğu bu bilgileri ilham eden ve onları üstün yeteneklerle birlikte var eden sonsuz ilim ve güç sahibi Allah’tır.

Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı ona dedi ki: "Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün (eli ayağı tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkar mı ettin?" (Kehf Suresi, 37)


sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

14 Eylül 2011 Çarşamba

Karanlıkta Görmeyi Sağlayan Protein: Rodopsin


Rodopsin molekülünün görme üzerindeki etkisi nedir?


Rodopsin molekülünün eksikliği nasıl bir rahatsızlığa sebep olur?
Rodopsin bir görme proteinidir. Gözün retina tabakasındaki çubuk hücrelerinde bulunan, ışığa duyarlı olan rodopsin kırmızı mor pigmentlerden oluşur. Işığa maruz kalınca ayrışan, opsin proteini ve A vitaminin aldehitinden (retinal) oluşur. Göze düşen ışık, çok sayıda kimyasal reaksiyona uğradıktan sonra beyne iletilir. Bu sürecin en başında gözdeki asıl ışık sensörü rodopsin proteini yer alır. Rodopsin molekülleri, ağ tabakada, kötü ışık koşullarında görmeyi sağlayan çubuk hücrelerin yapısında bulunur. Rodopsinin üzerine ışık düştüğünde, biçimi, üzerine başka bir molekül yapışacak şekilde değişir. Bu kenetlenme görme süreçlerini harekete geçirmektedir.

Rodopsinin Bulunduğu Kısım Görmenin Oluştuğu Retina Tabakasıdır

Yüce Allah’ın detay sanatındaki mucizelerden biri retinanın yakından incelenmesi ile ortaya çıkar. Retina; kornea ve mercekten kırılarak geçen ışınların düştüğü tabaka, diğer bir deyimle görüntünün oluştuğu bölgedir. Buraya düşen görüntü elektrik sinyallerine çevrilerek beyne gönderilir. Kamera için film ne demekse göz için de retina aynı anlamı taşır. Tıpkı fotoğraf filminin objektifin arkasında bulunması gibi, retina gözün arkasında bulunur ve odaklanan nesnenin görüntüsü burada oluşur.

Retinanın yapısı ise oldukça ilginçtir. Retinadaki hücreler üst üste yerleşerek son derece ince, 11 ayrı tabaka oluştururlar. Görüntünün düştüğü nokta 9. kattadır. Bu noktanın çapı yaklaşık 1 milimetredir. İnsan bir bakışta kilometrelerce karelik alanı bu nokta üzerinde görür. İnsanın bütün dünyasının bu küçücük alan üzerinde oluştuğu, bugüne kadar gördüğü herşeyin varlığının bu küçük alan vesilesiyle algılandığı ve bu noktanın da sonuçta çok küçük bir et parçası olduğu gerçeği ise hiç unutulmamalıdır.

Çubuk ve Koni Hücrelerinin Görmedeki Rolü Nedir?

Retinanın arka tarafında, ışığı algılayan çubuk ve koni hücreleri bulunur. Bu iki tip hücrenin görevi, üzerlerine düşen ışığı elektrik sinyallerine çevirmektir. Mikroskop altındaki biçimleri nedeniyle bu isimlerle adlandırılırlar. Çubuk hücrelerin sayısı 120 milyon, konilerin sayısı 6 milyondur. Yani gözde bir koni hücresine karşılık 20 çubuk hücresi vardır.

Sadece dış görünüşleri ve sayıları değil, bu hücrelerin algılama şekilleri de farklıdır. Çubuk hücreleri hafif ışığa bile yanıt verebilirler. Koni hücrelerinin çalışabilmeleri için ise daha güçlü ışık gerekir. Çubuk hücreler yalnızca ışığa karşı duyarlıdır. Yani nesnelerden gelen ışığa göre ancak siyah-beyaz bir görüntü oluştururlar. Çubuk hücreleri az ışıkta bile görev yapabilecek kadar duyarlıdırlar. Ancak nesnelerin ayrıntılarını çözümleyip, renklerini saptamazlar.

Gece yıldızlara bakarken ya da karanlık bir sinemada koltuk bulmaya çalışırken gözümüzün retinasındaki çubuk hücrelerin sağladıkları görüntü sayesinde hareket ederiz. Retinadaki çubuklar yalnızca ışığa karşı hassas oldukları için oluşan görüntüde sadece şekiller belirgindir, renkler ise belirgin olmaz. Bu yüzden karanlıkta bütün nesneler siyah ve grinin tonları şeklinde algılanır.

Koni ve çubuk hücrelerinin ışık enerjisini elektrik enerjisine çevirmeleri işlemi son derece kompleks bir olaydır. Bu mucizevi işlemin başlangıcı rodopsin moleküllerinin harekete geçmesiyle gerçekleşir.

Görmenin Başlaması İçin Rodopsine Gereksinim Vardır

Kişinin bir cismi görebilmesi için göze giren ışık enerjisinin sinir uyarılarına dönüştürülmesi zorunludur. Işınlar, görmeyle sonuçlanan kimyasal ve elektriksel reaksiyonları başlatıcı fiziksel bir uyarıya sebep olurlar. Ortaya çıkacak tepkimeler zinciri, koni ve çubuklarda bulunan “rodopsin”in varlığına bağlıdır.

Ağ tabakaya çarpan ışık, rodopsinin renksizleşmesine neden olur. Bu renksizleşme sonucunda sinir hücrelerini uyarma özelliği olan kimyasal bir madde açığa çıkar. Yoğun ışıkta özelliğini yitiren rodopsin, karanlıkta yeniden oluşur.

Karanlık bir salona girildiği zaman kısa bir süre için görme olmaz. Bunun nedeni gözlerde o an yeterli rodopsin oluşmamasıdır. Bu maddenin yeniden sentezlenmesi ile görme tekrar netleşir. Yeteri kadar rodopsin üretilene kadar göz karanlıkta net göremez. Rodopsin dengesinin kurulması ile şekiller gittikçe daha belirginleşir.

Karanlıktan tekrar parlak ışığa geçildiği zaman rodopsin birdenbire beyne çok miktarda ışık gönderir ve görüş parlaklaşır. Şiddetli ışıkta rodopsinin parçalanması sentezlenmesinden çok daha hızlı olduğu için görmede aksaklık olur. Örneğin güneşli ve karlı havada oluşan göz kamaşmasının nedeni rodopsindir. Rodopsinin çoğu deforme olduktan sonra, beyne daha az sinyal gönderilmeye başlanır ve gözler ışığa adapte olur.

Rodopsinin Görme Üzerindeki Etkisi Yüce Allah’ın Detay Sanatına Örnek Oluşturur

Rodopsinin özelliği ışıktan alınan verimi yükseltmesidir. Bu madde tam ihtiyaç duyulan anda gerektiği kadar üretilir. Gözdeki diğer yapılarla birlikte hareket ederek görmeyi kolaylaştırır. Peki, bu maddenin üretilmesine ilk olarak kim karar vermiştir? Bir zamanlar karanlıkta göremeyen göz hücreleri kendi aralarında toplanıp, “gelin karanlıkta öyle bir madde üretelim ki bu, ışığın verimini artırsın, bu sayede beyinde yeterli bir görüntü oluşsun, tekrar ışığa çıkıldığında da bu madde özelliğini kendi kendine kaybetsin” diye bir karar almışlar mıdır? Bu kararın alındığını var sayalım. Rodopsinin fiziksel ve kimyasal yapısı nasıl oluşmuştur? Rodopsine ait genetik bilgiler göz hücrelerine nasıl yerleştirilmiştir?

Burada çok kısaca özetlediğimiz görme işleminin aslında çok daha kompleks detayları vardır. Ancak sadece rodopsinin görme üzerindeki etkisi bile gözün ne kadar muhteşem bir sistemle yaratılmış olduğunu anlamak için yeterlidir. Bütün bunları hücrelerin kendi kendilerine yapamayacakları açıktır. Gözün içindeki bu son derece iyi hesaplanmış sistemi yaratan Yüce Allah’tır:

“O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz.” (Mü’minun Suresi, 78)


sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

12 Eylül 2011 Pazartesi

"Heveslenmek" ile "Gerçekten İstemek" Farklı Duygulardır

  • Heveslenmekle gerçekten istemek arasında ne fark vardır?
  • İnsanın isteklerine ulaşması için ne yapması gerekir?

    Bazı insanlar hemen her gördükleri güzel şeye heves ederler. Beğendikleri bir şeyle karşılaştıklarında, ilk heyecanla o konuda hemen birkaç adım atarlar. Ama sonrasında devam etmeye kararlılık gösteremezler. Sonra hoşlarına giden bir başka konu ortaya çıkar. Bu sefer de hemen o yöne yönelirler. Onda da bir-iki gün, birkaç hafta ya da birkaç ay bazı yönlerden çaba harcarlar. Ama yine istikrarlı bir tavır gösteremezler.

    Toplumda bu şekilde ‘çabuk heveslenen’ ama sonrasında ‘hevesini çok çabuk kaybeden’ insanlara sıklıkla rastlanır. Hayatın pek çok alanında ortaya çıkan bu yaklaşım tarzı, bu gibi kişilerin karakterlerinin bir parçası haline gelmiştir. Ve pek çok açıdan zararsız gibi görünen bu karakter yapısı, söz konusu kişilerin kendilerini olumlu yönde yetiştirip, kişiliklerini geliştirmelerini engelleyen önemli bir konu haline gelir.

    Heveslenen ve Gerçekten İsteyen İnsanlar Arasında Belirgin Farklar Vardır:

    Kuran’da insanın isteklerine ulaşabilmek için kararlılık, istikrar, sabır ve irade göstermesi ve bir an olsun bunlardan taviz vermeyerek bir ömür süresince bu davranışlarını devam ettirmesi bildirilir. Kuran’da heveslenen insanlarla gerçekten isteyen insanlar arasındaki en belirgin fark peygamber kıssalarında bildirilir. Çünkü peygamberler, Allah’ın bildirdiği din ahlakını anlatmak ve güzel ahlakı yaşamak gibi yalnızca Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik isteklerinde sabır, kararlılık ve irade göstermişler, zorluklar karşısında da bu isteklerinden ve Yüce Allah’a olan sadakatlerinden asla ayrılmamışlardır.

    İsteklerine Ulaşmak İsteyen İnsan İrade Gösterir:

    Allah her insanı vicdanıyla birlikte yaratmıştır. Dolayısıyla bir kişi, kendisi iyi olsa da olmasa da, çevresinde iyi ya da güzel olan bir şey gördüğünde, bunu fark edebilecek bir anlayışa sahiptir. Ve Allah insanın içine, güzel olan herşeye karşı bir özenme ve istek duyma hissi de vermiştir. Önemli olan, güzel olan bir şeyi fark ettiğinde ve buna karşı içinde bir özlem duyduğunda, insanın bu konuda gereken tüm çabayı gösterip özendiği o güzelliğe ulaşana kadar irade göstermesidir.

    Örneğin her insan, adaletli bir kimsenin ahlakından hoşlanır. Bu kişiye özenir ve onun gibi olmak ister. Ama bu amacını hayata geçirmek söz konusu olduğunda, gerekli iradeyi göstermek gerektiğinde, aynı istek ve özen içerisinde olmaz. Örneğin bir durum olduğunda kolaylıkla sinirlenip öfkesine yenik düşebilir. Sert, kırıcı bir üslup kullanıp, karşı tarafı incitecek sözler söyleyebilir. Nefsine ağır gelen bir konu olduğunda, doğru ve isabetli karar veremeyebilir. Olayları tarafsız bir bakış açısıyla değerlendiremeyebilir ve bunun sonucunda da yanlızca kendi kanaatini esas alarak hareket edebilir.

    Dolayısıyla insanın bir konuya heves etmesi elbette güzeldir ama yeterli değildir. İnsanın bir konuda gerçekten güzel bir sonuç elde edebilmesi için, bunu “çok istemesi” gerekir. Ve bu “çok isteme”nin de mutlaka Allah’ın rızasına uygun olması ve bu isteğine ulaşması için irade göstermesi gerekir.

    İsteklerine Ulaşmak İsteyen İnsan Sabır Gösterir:

    İnsan yalnızca heveslenmekle, istediği sonuca ulaşamaz. Bir insana, her türlü zorluk ve engele karşı koyabilecek, hiç vazgeçmeden sabırla devam edebilecek güç ve iradeyi ancak Allah’ın rızasını kazanma isteği verebilir. İnsan, güzel bir şeye ulaşabilmede, Allah’a olan sevgisi, ahirete olan inancı oranında çaba ve irade gösterebilir.

    Örneğin bir mümin, Allah’a iman etmeden önceki yaşamında ne adaleti, ne merhameti, ne sevgiyi, ne saygıyı ne de fedakarlığı gereği gibi gösterebilecek bir ahlaka sahiptir. Ama iman ettikten sonra, Allah’a olan sevgisinden ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanma isteğinden aldığı güçle, tüm bu konularda kendini en iyi şekilde yetiştirebilecek ve hayatının sonuna kadar da bu konularda istikrar gösterebilecek bir irade elde etmiş olur. İşte bu ‘gerçekten çok isteme’nin bir sonucudur.

    Sadece heveslenen bir insan, böyle bir sonuç elde edemez. İlk zorlukta, ilk sıkıntıda, ilk engelle karşılaşınca ya da ilk hatasında hemen geri adım atar. Bu tavır, din ahlakına göre yaşamayan insanlar arasında çok yaygın olan bir kişilik özelliğidir. Ama bir müminin bu konuda kendini geliştirmiş olması çok önemlidir. Çünkü Kuran ahlakına dair her konuda ilerleme kaydedebilmek için içindeki güzel şeylere karşı duyduğu hevesi, Allah rızası için kararlılıkla ve istikrarla, hayatının sonuna kadar yaşayabilecek bir kişilik elde etmesi gerekir.

    Allah ile çok yakın dost olabilmek, Allah’ın en sevdiği kullarından olabilmek, Allah’a tam teslim olup kaderi en iyi şekilde anlayabilmek, tevekkülü en mükemmel şekilde yaşayabilmek; daha olgun, daha derin, daha imanlı bir insan olabilmek, daha derin sevebilmek, daha güzel ahlaklı olabilmek gibi üstün mümin özellikleri, insanın ancak ‘Allah rızası için çok isteyip çok emek vermesi’yle elde edilebilir. Allah kullarının yalnızca bir heves içinde mi yoksa gerçekten çok samimi bir talep içinde mi olduklarını bilir. Ve Allah kullarının bu talepleri oranında onların çabalarına karşılık verir. Yüce Allah Kuran’da bu gerçeği şöyle bildirir:

    Şüphesiz insana kendi emeğinden başkası yoktur. Şüphesiz kendi emeği (veya çabası) görülecektir. Sonra ona en eksiksiz karşılık verilecektir. (Necm Suresi, 39-41)

    İsteklerine Ulaşmak İsteyen İnsan Yalnızca Allah’ın Rızasını Gözetir:

    Bir insan, bir konuda, ‘neden istediği gibi sonuç alamadığını’ düşünüyorsa, öncelikle bu konudaki kendi niyetine ve çabasına bakmalıdır. Eğer sonuç alamıyorsa, kendinde mutlaka bir eksiklik olabileceğini düşünmelidir. Niyetini kontrol etmeli ve gerçekten Allah rızası için çok isteyerek ve tüm sebeplere sarılarak elinden gelen her türlü çabayı gösterip göstermediğine bakmalıdır.

    Elbette ki Allah çeşitli hikmetlerle ve imtihanın bir gereği olarak çok isteyen bir insanın çabasına da, onu denemek için farklı bir karşılık verebilir. Bir mümin bu gerçeği de bilir ama bu durumdan emin olamayacağı için öncelikle mutlaka çok daha samimi olmaya ve çok daha fazla çaba harcamaya niyet eder.

    Allah Kuran’da, ‘gerçekten çok isteyerek Allah’ın rızası için samimi çaba harcayan’ kimselerin, gösterdikleri bu çabanın karşılığını mutlaka alacaklarını şöyle bildirmiştir:

    “O gün, öyle yüzler de vardır ki, nimette (engin bir mutluluk içinde)dirler. Harcadığı-çabadan dolayı hoşnuttur. Yüksek bir cennettedir.” (Ğaşiye Suresi, 8-10)

    “Kim de ahireti ister ve bir mü’min olarak ciddi bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şayandır.” (İsra Suresi, 19)

    Kullarının İsteklerine Cevap Verecek Olan Yüce Allah’tır

    Kuran’da, “Ey Peygamber, sana ve seni izleyen müminlere Allah yeter” (Enfal Suresi, 64) ayeti gereği, Müslümanlar bilirler ki Kendisi’nden yardım istenilecek sadece Allah’tır. O, her konuda en üstün olan, sonsuz kudret sahibi, herşeyi gören ve işitendir. Tüm eksik sıfatlardan münezzeh olan ve sonsuz kudret sahibi olan Allah’tır. Evrende tüm kudret O’nun elindedir. Öyleyse yardım ve bağışlanma, sadece ve sadece, herkesin Kendisi’ne muhtaç olduğu, Kendisi’nin ise kimseye muhtaç olmadığı Allah’tan istenmelidir. Kuran’da Allah’tan başkasından birşey istemenin ve beklemenin yanlışlığı ve dua edilecek tek makamın Allah olduğu birçok ayette bildirilir:

    “Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarıp-yakarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun.” (Şuara Suresi, 213)

    Başka ayetlerde ise Allah’tan başkasına dua edenlerin durumu şöyle haber verilir:

    “Allah’tan başka yakardıkları hiçbir şeyi yaratamazlar, üstelik onlar yaratılıp durmaktadırlar. Ölüdürler, diri değildirler; ne zaman dirileceklerinin şuuruna varamazlar.” (Nahl Suresi, 20-21)

    Dolayısıyla samimi bir mümin asla ve asla Allah’tan başkasından birşey istemez. Yalnızca O’na yalvarıp, yalnızca O’ndan yardım diler. Kuran’ın ilk suresi olan Fatiha Suresi’nde, iman edenlere bildirilen dua bu konunun önemini haber vermektedir:

    “Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna. Gazaba uğrayanların ve sapmışlarınkine değil.” (Fatiha Suresi, 4-7)

    Müminlere düşen de, Yüce Allah’ın sonsuz kudretini düşünüp kavramak, bu kudrete gönülden boyun eğmek ve yalnızca O’ndan yardım dilemektir. Aksi bir davranışın ise dünyada da, ahirette de karşılığı hüsran olacaktır. Bu, Allah’ın bir vaadidir.


sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

8 Eylül 2011 Perşembe

Sinek Kuşlarının Mükemmel Hafızası

İngiliz ve Kanadalı bilim adamlarının sinekkuşları ile yaptığı araştırmanın sonucu sinekkuşlarının sanılandan çok daha zeki olduğunu ortaya koymuştur. Journal of Current Biology dergisinde yayımlanan araştırma sonuçlarına göre, havada sabit durarak beslenen sinekkuşlarının ne zaman ve hangi çiçeklerden nektar aldıklarını hatırlayabildikleri belirlendi.

Araştırma Kanada'nın Rocheuses dağlarında, 3 tane erkek sinekkuşunun, 8 tane yapay çiçekten beslenme zamanları incelenerek yapıldı. Bilimadamları 8 yapay çiçekten 4'üne 10 dakika arayla, diğer 4'üne ise 20 dakika arayla nektar koydu. Sinekkuşlarının, 10 dakika arayla nektar koyulan çiçeklere 10 dakika sonra, 20 dakika arayla nektar koyulanlaraysa, 20 dakika sonra geldikleri gözlemlendi. En küçük göçmen kuş olarak bilinen sinekkuşları, yaklaşık 3.2 gr ağırlığındadır. Her yıl 6.000 km'den fazla yol kateden sinekkuşlarının, bu yolu katedebilmek için güçlerini çok akılcı kullanmaları gerekmektedir. Kanada'nın Alberta eyaletindeki Lethbridge Üniversitesi'nden Profesör Andrew Hurly “Bu yeteneğin Kanada ve Meksika arasında 1500 km yolu uçabilmek için güçlerinden tasarruf etmeleri gereğine bağlı olabileceğini, çiçeklere nektar kalmadığında gelselerdi çok enerji kaybedeceklerini'' ifade etmiştir.

Profesör Andrew Hurly ayrıca ''araştırmanın, bu hayvanların sandığımızdan daha iyi bir hafızaya sahip olduklarını ve karmaşık işleri yapmak için büyük bir beyne sahip olmaya gerek olmadığını gösterdiğini'' belirtmiş, ''Bu kuş, bizimkinden 7 bin kat küçük bir beyinle, yere ve zamana ilişkin bilgileri birleştirebiliyor, bu da çok karmaşık bir olay'' demiştir.

(Bilgilerdunyasi.net)

Bu özelliklerin tümünü onlara veren, onları akıllı davranacakları, bilinçli hareket edecekleri şekilde yaratan güç Allah'a aittir. Allah tüm doğadaki canlılarda sayısız örneğini gördüğümüz aklın, tek sahibidir. Canlılara neler yapmaları gerektiğini ilham eden Allah'tır. Hiçbir canlının davranışlarını tesadüflerle, başka herhangi bir mekanizma ile ya da ilginç kavramlarla açıklamak mümkün değildir. Böyle bir iddiada bulunmak ise sadece bir aldatmaca olmaktan öteye gidemeyecektir. Allah bunu bir ayetinde bizlere şöyle bildirmektedir.

De ki: “Siz, Allah'ın dışında taptığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Bana haber verin; yerden neyi yaratmışlardır? Ya da onların göklerde bir ortaklığı mı var? Yoksa Biz onlara bir kitap vermişiz de onlar bundan (dolayı) apaçık bir belge üzerinde midirler? Hayır, zulmedenler, birbirlerine aldatmadan başkasını vadetmiyorlar. (Fatır Suresi, 40)


sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

7 Eylül 2011 Çarşamba

Saff Suresi'nin 13. Ayeti, Ahir Zamana ve Hz. Mehdi (a.s.)'a İşaret Etmektedir

VE SEVECEĞİNİZ BİR BAŞKA (NİMET) DAHA VAR: ALLAH'TAN 'YARDIM VE ZAFER (NUSRET)' VE YAKIN BİR FETİH. MÜ'MİNLERİ MÜJDELE.
(SAFF SURESİ, 13)


“Ve seveceğiniz bir başka (nimet) daha var...”


Müslümanlar için, Allah'ın rızasını kazanmak karşılığında ahiret hayatında cennete hak kazanmaları çok büyük bir nimettir. Ahiretteki bu büyük nimetin yanında dünya hayatında da Müslümanlar için güzel nimetler vardır. Allah'ın iman nasip etmesi, Müslümanlarla bir araya getirmesi, Ahir zamanda yaşamak, Hz. İsa (a.s.) ve Hz. Mehdi (a.s.)’ı görecek olmak bu nimetlerin en önemlilerindendir. Tüm hayatını Allah'a adayan bir Müslüman için din ahlakının dünya üzerinde hakim olduğunu görmek de aynı şekilde büyük bir nimettir. Zorluk ve acı içinde yaşayan Müslüman kardeşlerinin rahata ve huzura kavuşmaları, güven dolu bir hayata ermeleri, din ahlakına karşı mücadele veren felsefelerin tam anlamıyla geçersiz hale gelmesi bir Müslüman için son derece önemlidir. Allah'a samimi iman eden her insan bu kutlu olaylara şahit olmaktan çok derin bir sevinç ve mutluluk duyar.

... Allah'tan 'yardım ve zafer (nusret)' ve yakın bir fetih. Mü'minleri müjdele.

Ayetin bu bölümünde Allah müminleri yardımı zafer ve yakın bir fetih ile müjdelemiştir. Ayet ahir zamanda din ahlakının tüm dünya üzerinde hakim olmasına işaret etmektedir. Bilindiği gibi Hz. Mehdi (a.s.) hak dine karşı mücadele veren dinsiz akımların (ateizm, Darwinizm, Materyalizm, komünizm, marksizm...) fikri yapılarını tamamen ortadan kaldıracak çok kapsamlı bir tebliğ faaliyeti içinde olacaktır. Bu güçlü tebliğ sonucu, İslam’a karşı bu yöndeki tüm saldırılar son bulacak, dünyanın dört bir yanı Hz. Mehdi (a.s.)’ın bu manevi fetih hareketleri vesilesiyle imanen aydınlanacak, nurlanacaktır. Tüm iman edenler yüzyıllardır çektikleri tüm zorluklardan, acılardan ve korkulardan sonra Allah'ın Hz. Mehdi (a.s.)’ı vesile etmesiyle yardıma ve zafere ulaşacaktır.

sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

6 Eylül 2011 Salı

Yarış Yapan, Dans Eden Hücreler

Vücudumuzun her noktası küçük, ama küçük olduğu kadar da kompleks bir yaşam süren hücrelerden oluşur. Hücreler, insan hayatının devamlılığını sağlayan temel yapıtaşlarıdır.

Her bir hücre, bu hayati fonksiyonları yerine getirirken birbiri ile tam bir uyum içinde çalışır. Peki, bu çalışma sırasında hücrelerin raylarda hız yaptıklarını, dans ettiklerini, akrobasi hareketleri ve hatta bayrak yarışı yaptıklarını biliyor muydunuz?

Bilim dünyasının ortak kanaatiyle, insanoğlunun bugüne kadar karşılaştığı en kompleks yapı ünvanını koruyan hücre, hala keşfedilmemiş pek çok sırrı içinde barındırmakta ve Yüce Allah’ın yaratış sanatının, üstün aklının delillerinden birini oluşturmaktadır. Nitekim evrim teorisini savunanlar da hücrenin gerçekleştirdiği bu kompleks işlemleri ve birbirini denetleyen mükemmel kontrol mekanizmalarını incelediklerinde, Rus evrimci A. I. Oparin’in "Maalesef hücrenin meydana gelişi evrim teorisinin bütününü içine alan en karanlık noktayı teşkil etmektedir." sözlerine katılmaktadırlar. Hücrelerin en küçük parçalarında dahi gerçekleşen bu mükemmel organizasyon, yaratılış gerçeğini bir kez daha ortaya koymaktadır.

Tren Raylarında Hız Yapanlar

Proteinler, amino asit dediğimiz ve karbon, hidrojen, oksijen ve azot atomlarından meydana gelen moleküllerin yan yana dizilmeleri ile oluşmuşlardır. Üç boyutlu yapılarındaki girinti çıkıntılar aracılığı ile ya başka proteinlere ya da alıcı moleküllere bağlanarak hücre içi faaliyetleri gerçekleştirirler. Örneğin motor proteinler, hücrelerde bulunan kas kasılması, hücre bölünmesi, kromozomların hareketi, molekül taşımacılığı gibi yüzlerce farklı işlevi yerine getiren hayranlık uyandırıcı moleküler makinelerdir. Hayati öneme sahip olan bu parçacıkların çalışmasında bir aksama olması durumunda dev bir makineyi andıran insan vücudu görevini yerine getiremez; örneğin kalbimiz çalışmaz ve yaşamımız sona erer.

Raylardaki Hız Nasıl Gerçekleşir?

Kimyasal enerjiyi mekanik harekete çevirebilen ‘miyosin’ adı verilen minik protein motorları, molekülleri bir yerden bir yere taşıma işlevi yapan yük trenlerine benzetilebilir. Bu trenin bir ana vagonu vardır. Bunun arkasında ise yavru vagon yer alır. Bunlar ‘aktin’ denilen sarmal şekildeki proteinin üzerinde tıpkı bir ray üzerindeki tren gibi ilerlerler. Ancak bu ilerleme sırasında ana vagon ilerleyip rayların sonuna geldiğinde durur. Arkadaki yavru vagon da taşıdığı yükün ağırlığına bağlı olarak, ağırsa daha yavaş, hafifse daha hızlı hareket ederek, ana vagonun arkasından gider ve rayların sonuna geldiğinde o da durarak ana vagona bağlanır. Böylece kuyruğun sonunda ana ve yavru vagon birleşir. Bu birleşme ile taşınması gereken maddeler tam da gerektiği kadar uzağa taşınmış olur. Burada dikkat çeken 3 ayrı akılcı aşama vardır:

Gözleri olmayan ve nereye ilerleyeceğini bilmeyen ana ve yavru vagonların adımlarını eşit aralıklarla ve çok hassas bir ölçüyle atmaları,
Sarmal şeklinde olan rayın etrafında dönerek ilerlemek yerine, tıpkı ray üzerinde ilerleyen vagonlar gibi düz bir hat boyunca yollarına devam etmeleri,
Yolun sonuna geldiklerinde ise birbirlerine çarpmadan durup beklemeleri.

Aklı ve şuuru olmayan bu küçük atomların yükünü istenen yere ulaştırma görevi, elbette Yüce Allah’ın ilhamıyla ve O'nun belirlediği bir düzen içinde gerçekleşir. Nitekim Yüce Allah yerden göğe herşeyi bir düzen içinde yarattığını Kuran’da şöyle bildirir:

"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir." (Furkan Suresi, 2)

Dansçı Hücreler

Bir organizmanın büyümesi ve gelişmesi, ölen hücrelerin yerine yenilerinin gelmesi ve üreme hücrelerinin oluşumu (sperm ve yumurta hücreleri) bu organizmayı oluşturan hücrelerin bölünmeleri sonucu çoğalmaları ile mümkün olur. Hücrenin çoğalması, hücrenin büyümesine bağlı olarak ortaya çıkar. Hücre belli bir büyüklüğe erişince, çekirdekte bulunan genetik yapı kendisini kopyalar ve böylece yeni yavru hücreye gereken DNA üretilmiş olur. Çekirdekteki kromozomların kendilerini kopyalarken geçirdikleri bir safha vardır ki, dörtlü bir dans grubunun sahnede estetik bir gösteri yapmasına benzetilebilir.

DNA'nın kopyalanması işlemi, insanı hayrete düşürecek kadar kusursuz bir organizasyon ve düzen içinde gerçekleşir.

Hücrelerde Dans Nasıl Başlar?

Bilindiği gibi kromozom X şeklinde bir görünüme sahiptir, X’in her uzantısı ise bir kol gibidir. X’in ortası, kolların birbirine tutunduğu merkezdir. Kromozomların dans ettikleri ortam, hücrenin bir ucundan diğerine gerilmiş ipliklerden oluşan bir yerdir. X, uçlarından (telomer) ya da tam ortasından (sentromer) bu iplere tutunan bir cambaz gibidir. Kromozomlar bu ipliklere hücrenin ortasındayken yapışırlar. Ancak aralarında gen değişimi yaptıktan sonra oluşacak iki yeni hücrede eşit miktarda kromozom olması için kromozomların hücrenin iki ayrı ucuna gitmeleri gerekir. İşte, kutuplaşma veya “polarizasyon” adı verilen bu işlem sırasında ipliklere tutunan kromozomlar, kutuplara doğru çekilirken bu iplikleri bir çeşit kement gibi kullanan akrobat dansçılar gibidirler.

“Peki, sadece eğlence olsun diye hücrede bu kadar büyük bir organizasyon olabilir mi?”

Elbette hayır. Çünkü bu şuursuz varlıkların dans sırasında yaptıkları kusursuz iş bölümü, disiplinli ve akılcı çalışmalar sonucunda, DNA, yani bizi biz yapan tüm bilgilerin toplandığı arşiv, hatasız ve eksiksiz olarak kopyalanmış olur. Burada elbette karşımıza çıkan bazı sorular vardır:

Dans eşleri kendi yerlerini ve geri dönüş yollarını nasıl bulurlar?

Hücre bölünürken fiziksel olarak çözülen ve açılan kromozomlar nasıl olur da yavru hücrede hemen eski haline dönme eğilimi gösterirler?

Hücre, yaşamının büyük bir kısmında bu kararlı tavrını neden bozmaz?

Elbette bu sorulara verilecek tek cevap vardır. Her bir hücrede gerçekleşen bütün bu olaylar, Yüce Allah’ın an an yaratmasıyla meydana gelmektedir.

"… Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk’ (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?" (Mülk Suresi, 3)

Bayrak Yarışı

Hücrenin en temel yapıtaşı olan proteinler bazen çeşitli sebeplerle zarar görebilir ve hasarlı hale gelebilirler. Proteinin zarar görmesi ise canlı yaşamının riske girmesi demektir. Ancak ‘ubiquitin’ adlı küçük bir protein bu riski önler. Hasarlı proteinlerin ucuna ubiquitin eklendiğinde, bu proteinler kolayca tanınır ve yok edilirler. Ubiquitin adlı bu küçük proteini bayrak, onu hasarlı proteinlere bağlamak için taşıyan enzimleri ise yarışçılar gibi düşünebiliriz. E1, E2, E3 adı verilen bu üç enzim, ubiquitini yarıştaki bayrak gibi birinden diğerine ileterek hiç düşürmeden ya da takılmadan taşır. Bayrak, grupların birinden diğerine geçince, oyuncu bazen bayrağı tam kavrayabilmek için büyük şekil değişikliklerine uğrar ve enzim, bu kıvrılmalar ve bükülmeler sayesinde şekil de! ğiştirebilen bir anahtar gibi hareket eder. Böylelikle zincirdeki bir sonraki reaksiyonu başlatarak, bayrağı kendisinden sonraki bölgeye teslim etmiş olur.

Hücrenin 4 Evresi

Canlının en küçük parçası olan hücrenin, yaşamı boyunca 4 evresi (fazı) vardır. Bunlar G1, S, G2, M olarak adlandırılırlar.
G1: Yeni oluşmuş bir hücrenin DNA’sını kopyalayabilecek kadar büyümesi için geçen evre,

S: Hücrenin DNA’sını kopyaladığı süre,

G2: DNA’nın sentezlenmiş olduğu ve hücrenin bu aşamada artık bölünmeden önce son hazırlıklarını yaptığı evre,

M: Mitoz evresi; burada hücre bölünür ve iki yeni hücre oluşur.

Evreler arasındaki geçişler hücre için çok önemlidir. Çünkü, hücre bir evreden diğerine geçtikten sonra artık geri dönemez. Örneğin, eksik malzemeyle DNA üretemez, mutlaka ihtiyacı olan herşeyin depolanmış olması gerekir. Mitoz bölünme başladıktan sonra geri dönüş yoktur. Eğer bir hücre mitoza (yani bölünmeye) hazır olmadan girerse ve bunun sonucunda hasarlı bir bölünme yaşanacağını fark ederse, bölünmeyi yapmaktansa kendini öldürmeyi (apoptoz) tercih edebilir.

Bu evrelerin sinyalleri hücre için hayati önem taşır. İşte burada siklin-bağımlı kinaz denen küçük moleküller, hücre içindeki hazırlıkların yapılması için gerekli işaretleri veren haberciler gibidirler. Bunlar sakin duran proteinlere gidip fosfor molekülünü bağlarlar. Fosforun bağlandığı proteinlerde ampul varmış gibi de düşünebiliriz. Bu haberci gelip de ilgili proteine fosfor bağlandığında bu ampul yanar. Bir ampulün yanması sonucunda da diğer proteinler sinyal alırlar ve hücre faz değişeceğini anlar.

Sonuç

Hücre içindeki tüm parçacıklar; DNA'lar, ribozomlar, mitokondriler, enzimler ya da hormonlar, son derece aktif varlıklardır ve hayret verici işleri başarıyla yürütmektedirler. Ancak bunlar ardı ardına dizilmiş amino asitlerden oluşan kimyasal zincirlerden başka bir şey değildirler. Görme, duyma, hissetme, düşünme, karar verme yeteneğinden yoksun olan bu kimyasal bileşikler, oldukça ihtişamlı bir "akıl gösterisi" sergilemektedirler. İşte bu aklın kaynağı Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah’tır.

"Göklerde ve yerde bulunanlar O'nundur; hepsi O'na ‘gönülden boyun eğmiş' bulunuyorlar." (Rum Suresi, 26)

Hücrenin kendisini kopyalaması sırasında (mayoz bölünme), DNA'nın paketlenmiş hali olan kromozomların aralarında gen değiştirdikleri bir aşama olur. İşte dörtlü dans tam bu sırada meydana gelir. Dans olarak adlandırılan bu aşamada hiçbir hareket rastgele olmaz. Ubiquitin adlı küçük protein, hücre içinde hasar görmüş proteinlere ya da yapılara bağlanarak hücreye bunu haber verir.


sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

Özgürlüğün Gerçek Anlamı


Özgürlük, hemen hemen her toplum ve ideolojiden kişinin hemfikir olduğu ve savunduğu bir kavramdır. İnsanlık tarihindeki çatışmaların, savaşların çoğundaki amaç, özgürlüğü kazanmak olmuştur. Bu, özgürlük kavramının insanlar için taşıdığı önemi ortaya koymaktadır. Kimi zaman insanların tüm sıkıntılardan kurtuluşunun, sadece özgürlükten ibaret olduğu bile düşünülmüştür. Hatta bazı dillerde, "özgürlük" ve "kurtuluş" için aynı kelimeler kullanılmaktadır.

Özgürlük kavramının önemi hakkında oluşmuş olan fikir birliği, özgürlük kavramının anlamı söz konusu olduğunda bir anda dağılır. Batı düşüncesinin özgürlüğe verdiği anlamı şöyle özetleyebiliriz: Özgürlük, insana, diğer insanlar (toplum) ya da devlet -veya başka herhangi bir kurum- tarafından hiçbir kısıtlama ve baskı yapılmamasıdır. İnsanın özgürlüğünü ancak toplumun ya da baskıcı bir devletin koyduğu sınırlamalar engeller. Bu nedenledir ki, "özgürlük" kelimesinden türemiş olan liberalizm, bireyin en önemli varlık olduğunu savunur ve ona özgürlük sağlamak için devletin müdahalesinin en aza indirilmesi, toplumun da olabildiğince hoşgörülü olması gerektiğini savunur.

Özgürlük hiçbir sınır ve kural kabul etmemek olarak tanımlandığında ise bunun sonucu anarşizme kadar gitmektedir. Çünkü anarşizm, devletin ve tüm toplumsal kurum ve kuralların yok edilmesini savunmaktadır ki, liberalizme göre bile, özgürlüğün en üst (ancak güvensiz) düzeyi budur. Ancak başta da belirttiğimiz gibi, tüm bunlar, özgürlüğün modern Batı düşüncesi tarafından yapılmış olan tarifinin sonucunda ortaya çıkan düşüncelerdir. Bu tarifin kaynağı ise Hümanist düşüncedir. (Harun Yahya, İmtihanın Sırrı)

Hümanizmin Özgürlük Tarifi

Hümanizm, 15. yüzyıl Avrupa'sında Kilisenin öğretilerine karşı gelişen düşünce akımıydı. Hümanistlerin amacı, evrenin ve insanın varlığı ile ilgili olarak Kilise'nin öğrettikleri dışında yeni bir açıklama getirmekti. Bu yeni açıklamaya kaynak bulabilmek için de, Kilise öncesindeki putperest (Pagan) Avrupa kültürlerine geri döndüler. Eski Yunan ve Roma kaynaklarından yola çıkarak Allah'ı inkar eden ve insanı her şeyin merkezine koyan hümanizm düşüncesini ortaya attılar. Her alanda yeni bir açıklama getirme iddiasında olan hümanizm, insan ile ilgili görüşlerini bunlara temel olarak alıyordu. Kilise, Kitab-ı Mukaddes'in verdiği temel doğruların bir sonucu olarak, insanın ruhunda iki ayrı yön olduğunu bildiriyordu. İlki, İlahi yöndü ve tüm iyilikler buradan kaynak buluyordu. Diğeri ise, şeytani yöndü. İnsanın bütün hırslarının, bencilliklerinin, günahlarının kaynağı bu ikinci yöndü. Bu ikinci "şeytani" yönden kurtulmak ise, ancak dinin kurallarına uymakla, hatta çile ve sabırla mümkün olabilirdi. Hümanizm işte bu "iki yönlü ruh" kavramını reddetti ve insanın bir bütün olarak iyi, güzel ve doğru olduğunu savundu. Bu felsefeye göre, insanın ruhunda bir sorun olmadığı için, mümkün olduğunca özgür bırakılması gerekiyordu. İyiliklerle dolu olan insan ruhu serbest bırakıldıkça da en güzel ve en doğru yolu kendi kendine bulabilirdi! Oysa Hümanizmin ortaya attığı söz konusu "tek yönlü ruh" iddiası, insanlar için bir aldatmacaydı.

Papa XIII. Leo, modern dünyanın içine düştüğü bu aldanışı, 1884 yılında yayınladığı "Humanum Genus" adlı ünlü fermanında özellikle vurguluyordu. Yeni hümanist kültürün ardında, masonluk adı altında toplanan din karşıtı güçleri gören Papa şöyle demişti:


"Masonluğun kabul ettiği ve topluma empoze etmeye çalıştığı yegane ahlak, 'sivil' ya da 'bağımsız' ahlak dedikleri ve her türlü dini düşünceyi görmezlikten gelen bir ahlak çeşididir... Ancak insanın doğası fazilete olduğu kadar günaha ve kötülüğe de eğilimlidir. Bu nedenle de, dinin yol göstericiliği olmadan dürüst ve mutlu bir yaşam kurulamaz."

"Tek Yönlü Ruh" İnancının İflası Hümanizmin "tek yönlü ruh" inancı, daha sonra ortaya atılan bütün ideolojilerin ortak noktası oldu. Din karşıtı ve sözde modern olan bu ideolojiler, bazı toplumsal düzenlemelerle ideal bir toplum kurmanın mümkün olabileceğini öne sürdüler. Sosyalizm, mevcut "düzen" değiştiğinde insanların kolayca birbirlerini sömürmekten vazgeçeceklerini ve "sınıfsız toplum"un kurulacağını iddia etti. Liberalizm ise, insanların özgürleştirilmeleri (devlet ve toplum baskısından kurtarılmaları) halinde, ideal bir toplum oluşacağını öne sürdü. Oysa devletin ya da toplumun baskısının ortadan kaldırılması beklenen sonucu vermiyor, insanları mutlu etmeye yetmiyordu. O nedenle, liberalizmin verdiği özgürlüğe karşı, Eric Fromm'un "Özgürlükten Kaçış" adını verdiği tepki gelişti.

Faşizm ve Nazizim, liberalizmin verdiği "özgürlük"ten yüz çeviren ve güçlü bir otoriteye itaat etme isteği duyan topluluklar tarafından iktidara getirildi. Bugün Batı toplumlarının içinde bulundukları toplumsal yapı, modern Batı felsefesi tarafından tarifi yapılan "özgürlük" kavramının, insanın kurtuluşunu sağlamadığını göstermektedir. Batının içine düştüğü derin belirsizlik ve güvensizlik ve giderek artan çarpık metafizik arayışlar hümanist felsefenin iflasının sonucudur. Çünkü kurtuluş (yani "felah") için gerekli olan özgürlük; modern Batı düşüncesinin dar düşünce kalıpları ile anlaşılamayacak kadar geniş bir anlam içermektedir.

Kuran'a Göre Nefs, Felah ve Özgürlük

Batı'nın yanlış özgürlük ve kurtuluş kavramlarının temelindeki yanlış, yukarıda sözünü ettiğimiz hümanizm kaynaklı insan ruhunun "tek yönlü " olduğunu iddia eden batıl bir inançtır. Oysa ilim bakımından her şeyi kuşatan yüce Allah, gerçeği Kuranda şu şekilde bildirmektedir.
"Güneşe ve onun parıltısına andolsun, Onu izlediği zaman aya, Onu (güneş) parıldattığı zaman gündüze, Onu sarıp-örttüğü zaman geceye, Göğe ve onu bina edene, Yere ve onu yayıp döşeyene, Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene', Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır." (Şems Suresi, 1–10)

Yüce Allahın ayetlerinde de bildirdiği gibi, Rabbimiz insanı yaratırken nefsine (benliğine) hem kötülük, hem de ondan sakınma, yani iyilik ilham etmiştir. İnsan ancak, içinde bulunan bu iki güçten, vicdanını kullanarak kurtuluşa erer.

Nefsi insanı daima bencil ve kıskanç olmaya iter. Güvensizlik ve gelecek korkusu aşılar. Sonu gelmeyen bir tutku ve hırs içinde çırpınmasına neden olur. Nefsinin içindeki kötülüğün varlığını kabul ederek ondan sakınması ona felahı, yani kurtuluşu getirecektir. Allah bu gerçeği Kuran'da şu şekilde bildirmiştir. "... kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır." (Haşr Suresi, 9) Gerçek özgürlük ise müminin vicdanını kullanarak sahip olduğu felah ve kurtuluştur. İnsan sadece tutkularının esiri olmaktan kurtulduğunda özgürleşir. Artık onun yaşamının amacı, söz konusu sonu gelmez tutkuları tatmin etmek değil, yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaktır. Böylece Allah'a kul olmakla Allah'ın dışındaki her şeyden özgürleşir. Nitekim bu gerçeği bilen Hz. İbrahim babasına şöyle seslenmiştir:

"Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun?" (Meryem Suresi, 42)

Aynı şekilde, İmran'ın karısı, dünyaya getireceği bebeği için şu duayı etmiştir:

"Rabbim, karnımda olanı, 'her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak' Sana adadım, benden kabul et. Şüphesiz işiten bilen Sen'sin Sen." (Al-i İmran Suresi, 35)

Bütün Resuller, insanları nefislerinin bencil tutkularına kapılmaktan ya da başka insanlara kul olmaktan kurtulup yalnızca Allah'a kul olmaya davet etmişlerdir. İnsanlar, yaratılış amaçlarına aykırı olan bu bağımlılıklardan kurtuldukça özgürleşirler. İşte bu nedenledir ki, Kuran'da Resul, müminlerin "ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirlerini indiren" kişi olarak tarif edilmiştir. (Araf Suresi, 157)

Unutulmamalıdır ki, özgürlüğe ancak Allaha gerçek anlamda iman edildiğinde sahip olunabilir. Allah dışında tapılan dünyaya ait her şey, kişiyi kendisine esir edecek ve hiçbir zaman kurtulamayacağı bir esaret altına sokacaktır. Gerçek özgürlük, yüce Allahın ayetinde de bildirdiği gibi ancak her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak Allaha adanan bir yaşamla mümkün olacaktır.


sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/

5 Eylül 2011 Pazartesi

Kuran Ayetlerine Ve Peygamberimiz (s.a.v)' in Hadislerine Aykırı Tavırların Kurani Bir Üslupla Eleştirilmesi Her Müslüman İçin Farz Olan Bir İbadettir

Kuran’a göre insanlara iyiliği emredip, onları kötülüklerden sakındırmak her Müslüman için farz olan bir ibadettir. Allah’ın emirlerini, İslam’ı ve Müslümanları her şartta koruma azmi ve kararlılığı içinde olan bir insanın Kuran’a ve Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnetine uygun olmayan en ufak bir tavır, en ufak bir konuşma ya da en ufak bir mimik karşısında tepkisiz kalması mümkün değildir.

Samimi bir Müslüman Kuran’da yazmayan bir ayetin var gibi anlatıldığını, Peygamberimiz (s.a.v.)’den rivayet edilen sahih kaynaklı hadislerin yok kabul edildiğini, Allah ile, din ile ilgili konularda alaycı bir üslup kullanıldığını duyduğunda, bunun bir fitne olduğunu hemen anlar, bu imani ve ahlaki zaafiyetin toplumda yaygınlaşmaması için ilmi yönde elinden gelen her türlü gayreti gösterir. Allah Kuran’da “fitnenin öldürmekten beter olduğunu” (Bakara Suresi, 191, 217) bizlere bildirmekte ve yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar fikri mücadelenin devam etmesini emretmektedir (Enfal Suresi, 39). Dolayısıyla fitne varsa, Kuran ve sünnet sınırları içerisinde fikri mücadele her zaman olacaktır.

Özellikle çok sayıda insan tarafından izlenen, dinlenen kişilerde görülen iman zayıflığının ve akıl eksikliğinin erken teşhisi, ve bunun Kuran’la, Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnetiyle tedavi edilmesi çok aciliyetli ve önemlidir. O kişi hedef alınarak yapılan Kurani hatırlatmalar ve tavsiyelerle bir yönüyle ilgili şahsa fayda sağlaması amacı güdülse de, asıl hedeflenen o kişinin konuşmaları, mantık örgüleri, dine bakış açısıyla kendini belli eden bir düşüncenin eleştirilmesi ve sonucunda da düzelmesinin umulmasıdır. Eleştirilen kişi belki de binlerce insanın içinde bulunduğu bir hatayı yansıtması bakımından örnek teşkil etmektedir, dolayısıyla da hedef asla o kişinin şahsı değildir. Bu gibi durumlarda ilgili kişi Kuran ahlakına, hadislere zıt bir bir imaj olarak ele alınmakta, oradaki düşünce bozukluğuyla ilmen mücadele edilmektedir. Yoksa yapılan hatırlatmaların, uyarıların o kişinin doğrudan şahsına yönelik bir artniyet taşıması asla söz konusu olmamaktadır.

Sayın Adnan Oktar’ın bazı kişilere yönelik kullandığı Kurani eleştiri üslubunun temelinde de her zaman fayda sağlaması amacı yatmaktadır. Nitekim Allah Kuran’da “Şu halde, eğer 'öğüt ve hatırlatma' bir yarar sağlayacaksa, 'öğüt verip hatırlat.” (A’la Suresi, 9) şeklinde bildirmektedir.

Herkes Allah’ın kendisi için takdir ettiği kaderi yaşar, hataları da, eksiklikleri de yaratan Allah’tır. Allah bir ayetinde “Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır.” (Saffat Suresi, 96) diye bizlere bildirmektedir. İnsanın Allah’ın yarattığı kaderin dışında hata yapması bir yana, nefes alıp vermesi dahi imkansızdır. Allah’a karşı bu denli muhtaç olan bir insana, hatasından dolayı kızgınlık, öfke duymak ise güçlü imana sahip bir Müslüman için asla sözkonusu değildir.

Sayın Adnan Oktar da bazı kişilerin konuşmalarıyla ortaya çıkan düşünce sistemlerini eleştirirken, kalbinde o kişilerin şahışlarına kızgınlık duyması mümkün değildir. Sayın Adnan Oktar Allah’ın bütün Müslümanlara farz kıldığı uyarıp-korkutma ve müjdeleme ibadetini yerine getirmektedir. Bu görevini uygularken de Cenab-ı Allah’ın Kuran’daki üslubunu örnek almaktadır. Hatalı gördüğü fikirlerin neden hatalı olduğunu Kuran ayetlerine ve hadislere dayandırarak somut delillerle son derece anlaşılır şekilde açıklamakta ve doğrusunu da yine Kuran ayetleri ve hadislerle insanlara izah etmektedir.

sitemiz kez ziyaret edilmiştir.
http://haberanatomi.blogspot.com/